SAA-1 / 045 Çalışmak Kötüdür
“Ona Ustura ismini taktım ben,” dedi Ressam Ruhan. “Fuar’daki hayvanat bahçesinden kaçmış. Asansör’ün tepesinde yuvası var. Bizimkilere kafayı taktı. Sakın boş bırakma onları.” Sincaplar gerçekten de bahçeye çıkarken ürkerek havaya bakıyorlardı.
Bu defa torpille iş buldum.
Ne yapabilirdim? Buna mecbur bırakanlar utansın.
Berber Kâzım tuttu elimden, Ruhan Ressamtürk’e götürdü beni. Yolda anlattı her şeyi.
“Ruhan büyük ressamdır. Bakma, sebat etmedi. Serde Rufailik[1] de var tabii. Bu dünyadan çok şey istemedi galiba. Sonra o hastalık peyda oldu. Gözlere indi mi bir perde. Çok az görüyor. Ama resmi hiç bırakmadı.”
Vay anasını! Nerdeyse kör olmuş bir ressama çırak gidiyordum. Bana da bu yakışırdı galiba.
Bet-İsrael Sinagogu’nun hemen arkasında dar bir sokak vardır. Sokaktaki tek katlı, yıkıldı yıkılacak evlerden birinin kapısını çaldık.
“İttirin kapıyı,” diye bir ses duyuldu içeriden.
Ayakkabılarımızı eşikte çıkardık. Önümüzden iki sincap içeriye, evin uzun koridoruna doğru kaçıştı.
Ruhan Bey uzun boyuyla iç odanın eşiğine çıktı. “Kim geldi acaba?” diye gülümseyerek konuştu. Gerçekten bizi seçememişti.
“Efendi, biziz,” dedi Berber Kâzım.
“Oo, buyurun, buyurun…” diyerek geri çekildi Ressam.
Odası küçüktü ama derli topluydu.
Karşılıklı divanlara oturduk.
Sincaplar koşup Ressam Ruhan’ın iki dizine de tünediler. Bize bakıyorlardı.
Berber Kâzım, “Size bahsettiğim çırağı getirdim. Bizim mahallenin çocuğudur. Kimsesi kalmadı bu dünyada. Becerikli bir şey değil, okumadı da, ama temiz çocuktur; ben kefilim kendisine,” dedi.
Ressam Ruhan, sincapların ensesini sırayla seviyor, gözleri yerde başını sallıyordu.
“Tamam,” dedi. “Bana yardım etsin yeter. Ben ona işi öğretirim.”
Ertesi gün erkenden işimin başındaydım.
“Önce sincapları öğreneceksin” dedi.
Sabah saat yedi gibi kahvaltılarını hazırlıyordum. İki haşlanmış yumurta sarısı, bir avuç fındık ve badem. Suları hep temiz olacak. Duvara çakılı iki demirin üzerine telle tutturulmuş çamaşır selesi onları yatağıymış. İndirip içine yerleştirilmiş minderi çırpıyorum, havalansın diye pencereye çıkarıyorum.
Ardından sabah ihtiyaçları geliyor beylerin.
“Arka bahçede işlerini görüyorlar,” dedi Ressam Ruhan.
Fakat başlarında durmam gerekiyor. Çünkü mahallede bir akbaba varmış. Duyunca ben de inanmadım. Deli saçması diye düşündüm. İzmir’de en bol olan şeyden yani…
“Ona Ustura ismini taktım ben,” dedi Ressam Ruhan. “Fuar’daki hayvanat bahçesinden kaçmış. Asansör’ün tepesinde yuvası var. Bizimkilere kafayı taktı. Sakın boş bırakma onları.”
Sincaplar gerçekten de bahçeye çıkarken ürkerek havaya bakıyorlardı. Hızla çiçeklerin ve otların arasına doğru koşuyorlar, sonra kurumuş vişne ağacının dallarına zıplayıp, yine korka korka havaya bakıyorlardı.
Sincapları içeriye alınca, Ressam Ruhan’ı kolundan tutup evin arka odasına götürüyordum. Yerdeki minderlere oturuyor, eline verdiğim kalın kara kalemleri bir süre yokluyordu parmakları arasında. Ardından, dizine yerleştirdiği tahtanın üstündeki kâğıda eğiliyordu.
Ne çizdiğini görmüyordum. Zaten çalışması bitince kâğıdı dürüp koynuna koyuyor ve eşikte onu bekleyip beklemediğimi anlamak için beni ünlüyordu.
Yediği yemek, sıcak suda ıslanmış erişteydi. Onu da mutfakta kendi elleriyle hazırlıyordu.
Sonra odasına çekilip uyuyordu.
Ben de sincaplarla baş başa kalıyordum.
Çok fenalardı!
Gelip ayak parmaklarımı ısırıyorlardı. Bir köşeye kıvrılıp uyumaya çalıştığımda da kulakmememi kemirmeye kalkıyorlardı.
İçi nefret dolu bir çift sincapla zaman geçirmek ne zordur, bilemezsiniz.
Bir gün, iki büklüm olmuş halde koridoru siliyordum ki, açıkta kalmış çatalımda müthiş bir acı duydum. Neredeyse zıpladım. Karşımda durmuş bana bakıyorlardı. Elimle yokladım, kan vardı.
Elime geçirdiğim süpürgeyle kovaladım ikisini de. Birini köşede sıkıştırdım. İki kulağından tuttum. Bana tekmeler atıyor, koluma sarılıp etimi didiklemek için çırpınıyordu.
Arka bahçeye bakan kapıya götürdüm onu. Dışarıya göz attım. Karşı evin bacasına tünemiş akbabayı o zaman gördüm işte. Ustura, gülümseyerek bana bakıyordu.
Sincap delirmiş gibi çırpınmaya başladı. Daha da sıktım kulaklarını.
Ustura, kanatlarını açarak süzüldü. Vişne ağacının üst dalına kondu. Arka arkaya iki defa yutkundu.
Son anda vazgeçtim. İçeriye fırlattım onu.
O anda Ressam Ruhan’la göz göze gelmiştik.
Elinde uzun bir ekmek bıçağı, omuzunda öteki sincap olduğu halde bana bakıyordu. Kıpkırmızıydı suratı.
“Sen,” dedi. “Benim çocuklarımı öldürmeye kalkarsın ha!”
“Yok, abi… Vallahi yok öyle bir şey,” dedim.
“Yalancı! Bana anlattı her şeyi. Onları kesip yemek istiyormuşsun.”
Ruhan’ın omzundaki sincap galiba sırıtıyordu. Ya da bana öyle gelmişti.
Bıçakla beraber bana doğru hamle yaptı. Nerede olduğumu tam bilemiyor, ama çıkardığım seslerden bana doğru yaklaşıyordu.
Birden bileğimi yakaladı. Salladığı bıçak az daha alnıma saplanıyordu. Korkuyla titreyip sıçradım. Elinden kurtulunca bacaklarının arasından kaydım, sırtüstü yatıp kabalarına bir çifte attım. Ressam Ruhan gürültüyle arka bahçeye düştü.
Hızla kalktım. Kapıyı ardından kapatıp koşarak evden çıktım. Arkamdan acayip çığlıklar, bağırışlar geliyordu.
Doğru Arap Hatçam Teyze’nin evine gittim. Vücudumun her azası zangır zangır ötüyordu. Eşikte kendimden geçmişim.
İki gün sonra uyanmışım.
Arap Hatçam Teyze’nin anlattığına göre Ustura, Ressam Ruhan’ın iki gözünü de oymuş. Bağırış çağrışa gelen Berber Kâzım’ında sol kulakmemesini neredeyse koparıyormuş. Polisler gelmiş. Yetmemiş, jandarma çağırmışlar. Akbabayı çatı çatı kovalarken bir astsubayın ayağı kaymış. Betona çakılmış. Sonunda bir evin kömürlüğünde sıkıştırıp bomba, taramalı ile itlaf etmişler.
“Evladım, neredeyse cihan harbine sebebiyet verecektin.”
Birkaç gün sonra ayağa kalktım. Ama bu defa da kıç tarafımdan inanılmaz acılar çekiyordum. Utana sıkıla gösterdim.
“Uy!” dedi Arap Hatçam Teyze. “Seni ısırmışlar, iltihap tutmuş. Ya kuduz olduysan!”
Bir ay boyunca göbekten iğne oldum.
Ben kudurmadım ama Ressam Ruhan öldü.
Asmış kendini.
Berber Kâzım gidip sincapları aldı evinden. Dükkânında onlara bakıyor.
Geçen gün sokakta yürürken dükkânın önünden geçiyordum. Camekânda heykel gibi durup bana baktılar. Galiba birisi patisini boğazına götürüp kesme işareti yaptı bana.
Sakal tıraşı olmayı hiç düşünmüyorum artık.
—
[1] Sünni bir tarikat.