Alien temizliği bitince haber verin
Filmleri seyrettiğiniz salonlar, seyrettiğiniz filmlerin ve o filmlerin zihninizde bıraktığı izin bir parçası haline geliyor. Dolayısıyla o mekânlarda devamlılık, sizin hayalhanenizde bir tutarlılığa, bir tür kişisel kültüre dönüşüyor. O mekânların ayırt edici özellikleri, bir karakteri, bir yüzü olmasıysa kafanızdaki resimleri iyice renklendiriyor, güçlendiriyor.
Bazen okuduğumuz bir şeye kendimizi nasıl kaptırdığımızdan, diyelim ki büyüleyici bir dünyası olan uzun bir romanın içinde nasıl kaybolduğumuzdan söz ederiz. Arada bir “kaçışçılık” suçlamalarına maruz kalsak da ne yalan söyleyeyim, okumanın en sevdiğim taraflarından biridir bu. (Hem zaten, suçlamaları haklı bulursam her zaman açıp “kaçışçılık” üzerine bir şeyler okuyabilirim.)
Gelgelelim kitaplarda kaybolmaya yatkınlığıma rağmen, en sevdiğim kitapların hepsini nerelerde okuduğumu hatırlıyorum. Hatta düşününce, bu kitapların çoğunun dünyasından hayali görüntülerin, onları okuduğum yerlerin görüntüleriyle ilginç biçimlerde içiçe geçerek zihnime kazınmış olduklarını görüyorum.
Sundukları kaçış daha kısa olsa da, filmler için de aynı şey geçerli. Hem de görüntüleri kendi kafanızın içinde çizdiğiniz kitapların aksine filmler size gerçek resimler, gerçek mekânlar verdiği için ortaya daha da ilginç birliktelikler çıkıyor.
İyi de Süpermen nasıl gelip gidecek?!
Mesela burada Yaratık 2 adıyla gösterilen Aliens‘ı lise döneminde, Süreyya Sineması’nda izlemiştim; salondaki süslemeler filmdeki yaratıkların ve mekânların tuhaf şekilleriyle bir daha ayrılmamacasına birleşti zihnimde. Süreyya Sineması’nı kapatacaklarını söylediklerinde aklıma salonda “Alien temizliği” yapacakları fikri gelmedi desem yalan olur.
Superman‘i çok daha önce, eski Caddebostan Budak’ta seyretmiştim. Uçan bir adamın hikâyesini üstü açık bir sinemada göstermeleri bana düşünceli bir hareket gibi görünmüştü. Şimdi o eski sinemanın adını taşıyan komplekse ne zaman gitsem, Süpermen’in nükleer füzeleri durdurmak için bir acele çıkarken –el mecbur– tavanı yıkacağını düşünüp kaygılanırım.
Alain Delon’un, ileride gönlümüzce kullanalım diye yıllar önce “cool”un tarifini tüm suretiyle yaptığı Le Samourai‘ı İzmir’de bir açık hava sinemasında, geç saatte, yarı mahmur ve ürpererek izlediğimi hatırlıyorum. Jef Costello’nun o içi boş dairesi, kafamda bir şekilde kapalı mekânla değil de açıklık ve ferahlıkla, “kendi seçiminle üşümek”ten gelen bir özgürlük hissiyle bir oldu. Yetişkinlikten her söz edildiğinde, bende bu duyguya hafif bir soğuk esintinin eşlik etmesinin suçlusu işte budur!
Blade Runner‘ı ise ilk olarak yine TV ekranında izlemiştim, daha sonra doksanlara dek onlarca kez daha izledim… Ama yıllar sonra, tıpkı Süreyya gibi ihtişamlı bir sinema salonu olan Emek’te, ilk kez sinema perdesinde izleyince, film kafamın içinde basbayağı küçük bir dönüşüm geçirdi: Artık geleceğin Los Angeles’ının karanlık dünyası başka âlemleri gösteren bir dürbünün öbür ucunda değil de etrafımdaymış gibi görünüyordu bana. Emek’in işlemeli tavanları, Blade Runner‘ın iddialı mimarisini kucaklayacak şekilde tepemde yükseliyordu sanki.
Yine Emek Sineması’nda ilk kez, Peter Greenaway’in, Shakespeare’in Fırtına‘sından hayli tuhaf bir şekilde uyarladığı Prospero’nun Kitapları‘nı izlemiştim. Perdede görüntüler görüntülerin, anlamlar anlamların üzerine binerken, Emek salonu Prospero’nun sarayı haline geldi; şimdi mantığın tüm güçleri birleşse, beni Ariel’in salonun tepesinden salıncakla sallanmadığına, sahnenin yerinde de ışıldayan bir havuz olmadığına ikna edemez.
Bütün bunları “Ah o eski sinemalar” diye iç geçirip, bir Cinema Paradiso havası estirmek için anlatmıyorum. Sinema salonlarının, o salonlara doluşup da izlediğimiz filmlerden ayrılamayacağını düşünüyorum da ondan anlatıyorum. Sinema dediğimiz deneyimin özünde var bu bence: Filmler kafamızın içine yeni mekânlar, yeni insanlar dikiyor ve bu mekânlarla bu insanlar gerçek mekânlar ve gerçek insanlarla birbirine envai şekilde dolanıyor. Filmleri seyrettiğiniz salonlar, seyrettiğiniz filmlerin ve o filmlerin zihninizde bıraktığı izin bir parçası haline geliyor. Dolayısıyla o mekânlarda devamlılık, sizin hayalhanenizde bir tutarlılığa, bir tür kişisel kültüre dönüşüyor. O mekânların ayırt edici özellikleri, bir karakteri, bir yüzü olmasıysa kafanızdaki resimleri iyice renklendiriyor, güçlendiriyor.
Kullandıkları teknolojinin ötesinde tarzları, kişilikleri olan sinema salonlarının kapanması ve hepimizin filmleri mecburen alışveriş merkezlerindeki sinema komplekslerinde izlememizle ilgili sorunlarımdan biri bu benim: İzleyip sevdiğim filmleri nerede izlediğimi hatırlamakta zorlanıyorum artık. Filmler kafamda mekânlardan tamamen kopmaya, çerçevelerini yitirmeye başladı. Bu da benim için zaten giderek daha çok “salt ticari ürün” olarak görülen sinemanın kültürel çehresinden bir parça daha yitirmesi, film izleme serüvenimden bir şeylerin eksilmesi, seyir anılarımın biraz daha güdükleşmesi anlamına geliyor.
Şarlo ve Hitchcock arkamızdan ağlamasın bakın
Zaten son yıllarda sinemaseverlerde bir korku var: Sinemalarını kaybediyorlar. Özellikle Beyoğlu’na odaklanmış bir durum bu. Neresinden baksanız Beyoğlu’nda kapanmış sinemaların sayısı açık kalanları geçti. Lale gideli çok olmuştu, Alkazar gitti, Emek gitti, Yeni Rüya gitti, Sinepop gitti… Öteden beri “başka herhangi bir sinemada zaten izleyebileceklerinizden farklı filmler” göstermeye kendini adamış olan Beyoğlu Sineması da son birkaç yıldır perdeyi indirmenin kıyısında duruyor.
Beyoğlu Sineması’na gitmiş olanlar bilir, salona giriş için iki ayrı kapısı, o iki kapının yanında da iki ayrı resim vardır. Bir girişi Şarlo bekler, öbürünü Hitchcock. Öylesine dikkat çekicidirler ki, onları ilk gördüğünde insan boş bulunup, “Geldiğim film hangi girişe daha uygun acaba, şimdi yanlış taraftan girmeyelim de,” diye düşünebilir; hatta “Acaba hangisi beni daha iyi tanımlıyor?” şeklinde ani bir sorgulamaya bile girişebilir. Fakat artık filmlerini salonlarda görme şansınız pek az olan bu iki efsanevi sinemacının resmi, başarılı birer gafil avcısı olmalarının yanı sıra sinema kültürüne açık bir davettir de aynı zamanda. Doğrusu Beyoğlu Sineması da öteden beri gösterdiği “ana akımın dışından” filmlerle bu davetin arkasında duruyor. O yüzden bugün Beyoğlu Sineması’nın kapanmanın eşiğinde gezindiğini bilmek bana sadece farklı filmler izleyebileceğim bir sinema salonunun kaybı endişesini değil, biraz biraz Şarlo ve Hitchcock’a ayıp ediyormuşuz hissini de veriyor.
Sinema salonlarının alışveriş merkezlerine göçünün çok daha somut ve çok daha fazla konuşulan yönü de bu zaten. “AVMleşme” sinemaların görünümünü ve bunun sonucunda kısmen filmlerin bize bıraktığı anıların da görünümünü değiştirmekle, AVM salonları klonvari benzerlikteki yüzleriyle sinema izleme deneyimindeki mekân duygusunu flulaştırmakla kalmıyor… O salonlarda gösterilen sinemanın içeriğini de değiştiriyor. Çünkü AVMleşme demek biraz da tüketim odaklı bir yaşam projesi demek; hiçbirimiz bunu bilmiyor değiliz. Sinemaların tamamen AVMleşmesi demek ise sinemanın her şeyiyle kendini bu tüketim projesine göre ayarlaması demek.
Her daim ayakları yere basarken gözü yukarılara bakan bu tüketim projesinin otomatikman meylettiği film türleri var: Kitleler neye rağbet ederse AVM sineması ona meyleder. Ta ki her şey zaten daha önceden rağbet ettiğimiz şeylerin Frankeştaynımsı bir ortalamasına dönüşene kadar. Genellikle bu “kitleler”den, paçamıza bulaşmış “başka birileri”ymiş gibi söz etmeyi severiz. Halbuki, eninde sonunda bizim epey can sıkıcı niteliklerle donanmış toplu halimizdir bu. Dolayısıyla bizi kendi toplu halimizden kurtaracak, o toplu halin aynası olmaya soyunmayan, kendi karakterine sahip sinemalara ihtiyacımız var. Tıpkı Blade Runner‘ın muazzam binalarını ve Ariel’in salıncağını taşıyabilecek karakterde sinema mekânlarına ihtiyacımız olduğu gibi.
Hem ticari filmler gösteren hem de festival filmlerine ev sahipliği eden Emek Sineması’nın büyüsü, bu iki işi birden mükemmelen yapması değil miydi zaten?