Aman Bre Deryalar…
Birkaç gün, birkaç saat sonra gideceğimi,
eninde sonunda gideceğimi bile bile,
bir direniş anlatmaya sığındım…
Adalet Ağaoğlu
“Ey kara geçmiş” diye usulca mırıldanıyor yattığı yerde. “Ne olur, beni terk etme. Yanı başımda böylece kal ki, ihtiyarlığım bayatlamaya dönmesin. Benimle kal ki, uzun uzun yürüyüp geldiğim bütün o yolları ve benden çok önce geçip gitmiş insanları unutmayayım.”
86 yaşında, bir Deliormanlı benim ninem. Uzun, çok uzun yollardan yürüyüp gelmiş bir göçmen kadını o. Nice zamandır kanserle olan savaşından habersiz, kemoterapi sonrası mide bulantılarını, “Midemde horozlar çövdürüyor, niye bilmem,” diye tanımlayacak kadar da naif, kendine has bir Bulgar köylüsü. Anlattığı hikâyeleri besleyen ve içinde sadece anılar tüten siyah, simsiyah gözleri var. Türkiye’ye ne vakit geldiğini soracak olursanız, “Tuna’nın donduğu sene,” der. “Tuna’nın insanlardan öç aldığı sene…” Rakamlarla arası pek de iyi sayılmaz. Onun için seneler, gözbebeklerine kondurduğu ölülerinin adıyla eşdeğer. “Sen ilk doğumunu ne zaman yapmıştın?” diye sorarsınız. O size, “Rukiye’nin öldüğü sene” der. “Yazık, pek hastalanmıştı garip.”
“Mümkün olsaydı eğer, hayatına nereden ve nasıl başlamayı isterdin,” diye soruyorum nineme. “Tümüyle baştan…” diye yanıt veriyor ve ekliyor: Ama başı, neresi? Yeryüzü çevresinde binlerce yıldan bu yana değişmeyen bir son istek bu. Biraz sonra bana bir öykü anlatacağını söyleyerek hafifçe doğruluyor yatağından. “Yeni bir öykü mü?” diye soruyorum gülümseyerek. “Yeni öyküler yoktur,” diyor, “Sadece öyküler vardır.” Ve az sonra Yusuf ile Feride’nin öyküsünü anlatıveriyor bir çırpıda. Ağzından çıkan her kelime binlerce küçük şimşek olup gözlerinde ışıyor, peşi sıra damla damla dudaklarına düşüyor. Bir türkü mırıldanıyor evvela. “Aman bre deryalar, kanlıca deryalar…”
Ninemin kınası bu türkü ile yakılmış. Sevdiği adama değil de bir başkasına vermiş babası. “Terzi Osman’a gitmek isterken, Bölükbaşı Osman’a yâr ettiler beni,” diye anlatır hep. Romanya göçmeni olan dedemi, ölümüne dek böyle çağırdılar. “Bölükbaşı.” Hayatım boyunca hepi topu yedi, sekiz kez gördüğüm dedemin neden böyle bir lakapla çağırıldığını bugün bile bilmem. Ninem çok ağlamış evlenirken. “En çok da o türkü yüzünden,” der. “Aman bre deryalar…” Bugün dinlesin, gene oturup ağlar. Türkü, Rumeli halay havasıdır aslen, bizim düğünlerde bu türkü eşliğinde şıkır şıkır oynanır. Ne ki, ninemin söylediğine göre pek acıklıymış hikâyesi. Birbirini sevip de bir türlü evlenmelerine müsaade edilmeyen Yusuf ile Feride bir plan yaparlar. Arda Nehri’ni geçerek karşı kıyıdan kaçacak, izlerini kaybettirip yepyeni bir hayat kuracaklardır kendilerine. Her ne kadar Feride, “bizim kayıklar Arda’nın suyuna dayanmaz,” dediyse de gene de razı gelir plana. Sular yükselir, dalgalar boy verir, kayık devrilir. Yusuf ölür. Feride kurtulur. “Çıkar aba poturunu, dalgalar artacak demedim mi canların Yusuf’um, kayığımız batacak… Civanda Yusuf’umu Ardalar aldı ya, yoktur a çaresi…”
Bugün hâlâ pek çok Rumeli göçmeni ailenin düğünlerinde, Yusuf ile Feride’nin hüzünlü öyküsü eşliğinde şıkır şıkır göbek atılır. Özünde bir ağıt olmasına rağmen, “halay havası” diye geçer adı. “İnsanların yürürken arkalarında türküler bıraktığı yollardan geldik biz,” der ninem. “Ağlamakla gülmenin bir olduğu yollardı onlar. Ve şarkılar, gelip geçtiğin yollara benzerler.”
Öykü bittiğinde bir an durup gülümsüyor ninem. Gülümseyişinin içinde binlerce an gizli. “Tamam” diyor sonra. “Başı neresi hatırladım. Yani, eğer mümkün olsaydı, eğer baştan başlayacağım bir an olsaydı, Deliorman’da; hani küçük bir kızken koşup gölgesine saklandığım o erik ağacının altında açardım gözlerimi dünyaya. En son hatırladığım, o senenin ilkyaz eriklerini yiyemeden yola çıkışımızdı. Bilsen, yol boyunca canım ne çok Rumeli eriği çekmişti…”
Amin Maalouf’un dediği gibi;
Bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?
…