Anka’nın Külleri
Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…
Füruğ Ferruhzad
“Kaçıncı ölmem bu?” dedi Anka.
Durdu, üzerindeki yangın lekelerine baktı; bir an için gözlerinde solgun bir ışık demeti dolandı sanki ya da bana öyle geldi. Az sonra hüzünle gülümseyerek, “Kaçıncı dirilmem bu?” diye sordu.
Konuşmadan yüzüne baktım. Alev alev tutuşmuş rengârenk tüylerden başka bir şey göremedim. Bedeninden yayılan duman, ciğerlerimi yakıyordu. Gözlerine bakacak cesareti bulmadım kendimde, başımı usulca öne eğdim ve sustum. O an sesim adeta uçsuz bucaksız, dipsiz, derin bir iç çığlığa dönüşürken, ruhumda açılan yaraların boşluğuyla sadece ama sadece sustum. Bir türlü dilime ulaşmayan kelimeler, yüreğime doğru uzanan en gizli damarlarımın içinde birer birer infilak ederken ben, sadece sustum. Uzun ve kesintisiz bir geceye benziyordu suskunluğum. Anka da susmuştu, tek kelime bile etmiyordu artık. Avutulmaya muhtaç bir çocuğun sessizliği içinde gitgide kül oluyordu. “Yeniden doğabilmek için kendi alevleri içinde kaç kez tükenmeli insan?” diye fısıldadı ve sonra şarkı söylemeye başladı. Belki de ölümünden daha dayanılmazı bu şarkıydı.
Başımı kaldırdığımda artık yoktu. Gitmişti. Kül gibi, gece gibi, ay gibi ve geri kalan her şey gibi yok olup gitmişti. Varlığı, tıpkı erimiş bir mumdan arda kalan belli belirsiz lekeler misali bir hatıra olmuştu şimdi. Oysa ona soracak ne çok sorum vardı heybemde sakladığım. Ona ulaşabilmek için nasıl da uzun yollardan geçip gelmiştim. Onun uğruna Nefs Vadisi’nde günler boyu konaklamış ve kendi kendimle savaşmıştım. Aşk Denizi’nin toz mavi sularında yüzmüş, gördüğüm en çirkin balıkları bile birer kuğu, birer sülün zannetmiş, peşlerine düşmüş, kör olmuş ve aşkın dev dalgaları boyumu aştığında günler geceler boyu yüzerek sığınacak bir kıyı aramıştım içimdeki kadına. Yalnızlık Dağı’nın buzlarla kaplı doruklarında derin ve uzun uykulara dalmış, ruhumu, dimdik uzanan yamaçlardan aşağılara defalarca sallandırmıştım. Cehalet Çölü’nün orta yerinde susuz kalmış, cehennemin bile buradan daha kötü olamayacağına inanmıştım. Ve bunca şeyden sonra nihayet onu bulduğumda ise bir an, sadece bir an içinde gözlerimin önünde yok olup gidivermişti. O kadar kolay mıydı bu? Öylece çekip gidilebilir miydi? Onun uğrunda arşınladığım yolların, yorgunluktan çöküp kaldığım kuytuların, döktüğüm gözyaşlarının hiç mi önemi yoktu?
Direncimin son mumu da yanıp kül olmuştu işte. Ne yapacağımı bilemiyordum, çaresizdim. Ne ki az sonra uzun, sivri dalların gizlediği yuvasında bir avuç kül havalandı, incecik bir duman yükseldi ve hemen sonra bir kâğıt parçası düşüverdi gökten yere. Tamamen kül olmadan evvel bana bir mektup bırakmıştı Anka. Mektubun üzerinde gülkurusu renginde parmak izleri vardı. Her satırı yaraların ve yanıkların diliyle yazılmıştı adeta. Yaraların, yalnızlığın ve yangınların diliydi bu. Fakat bir o kadar da umutlu ve gerçekti. Fazla gerçek…
“Gitmek zorundaydım,” diyordu Anka. “Gitmek zorundaydım. Çünkü şu âlemdeki her canlı en nihayetinde kendi masalını yaşıyor işte. Ne bir fazla, ne bir eksik… Yorgunluğunu görüyorum, uzun uzun yollar aşıp gelmişsin. Çok şey görmüş ve başından çok şey geçmiş bir kimsenin hüznüyle bakıyor gözlerin. Bana sormak istediğin onlarca soru biriktirmişsin zihninde. Bazen parmaklarınla gözyaşlarını tutmuş, bazen de bir yağmur misali yaş yağdırmışsın gönül gözlerinden. Yanmış, tutuşmuşsun. Küllerinden doğmak istemişsin yeniden. Kim bilir, belki bu yolda sen de benim gibi bir kuş olmuşsundur da hâlâ uçmuyorsundur. Farkında değilsindir belki. Öyleyse iyi dinle şimdi beni! Anka Kuşu diye bir şey yoktur ey yolcu! Anka, bir aynadır sadece; bir yansıma, yanılsama. Onu arayan her insan gene kendini bulur sonunda. Çıktığın bu yol, kendine yaptığın bir yolculuktan ibarettir. Küllerinden doğmak sandığın şey ise yitirdiklerini bulmandır yeniden. Geçen ömründen ne gitti ise doğruca ona dön, ona git şimdi! Çünkü gün, yenidir. Kısmet de yeni… Hayat, baş aşağı gelen mızraklar gibi üstüne üstüne indiğinde, sen kendini bil yeter. Unutma ki mızraklar, zayıf yürekler için sivriltilmiştir. Yalnız değilsin. Bu dünya perdesinde böyle oyunlar çok oynandı, bir sen değilsin acıyan, kanayan; bunu hep hatırla! Şayet sevinçse aradığın; mutluluksa, aşksa, umutsa, onu gene kendi içinde ara!”
Kimi zaman bir başına, acıyla, dimdik doğrulmak demekmiş meğer Anka. Kırık kanatlar gibi sarkarken yaşamın kıyısından, bir anda havalanıvermekmiş meğer yukarılara. Boş, beyaz bir kâğıt misali sarılmakmış meğer yeni başlayan güne. İçindeki sesleri, fısıltıları, adımları, bağrışları dinlemekmiş, durup derin bir soluk alabilmekmiş en bıkkın ânında. Kendi yaralarının sargı bezlerini kendi ellerinle çözebilmekmiş meğer. O yaralara dokunabilmek, sevebilmekmiş. Kendi yüreğinde kaydırdığın yıldızların ardından oturup dilek tutabilmek demekmiş Anka. Yapayalnız ama kıyasıya ölüp, ölüme inat yeniden doğmakmış o. Kuşmuş, insanmış, canmış, diyarmış, masalmış, bir fısıltıymış. Herkes kendi masalında, kendi yangını kadar Anka’ymış aslında. Ol sebepten, tıpkı insanoğlu kadar eski bir efsaneymiş Anka.
Ben, onun huzuruna vardığımda yorgun, darmadağınık ve zaman dışı bir varlıktım sanki. Onun ardından kendi ellerimle ateşe verdim ruhumu. Yaktım, yandım, tutuştum. Bir vakit sonra, içim soğuduğunda gördüm ki yeni bir gün yükselmiş ufukta. Güneş ki tüm acılarımıza, yıkımlarımıza, kayıplarımıza rağmen olanca ışıltısıyla doğmuş bir kez daha. Gözlerimdeki umut kanatlarını aralayıp, bir mucizeye bakar gibi baktım hayata. Anka… O çoktan ölmüştü belki, ama kanatlarının izi hâlâ duruyordu havada.
Kendi gittiyse de uçuşunu bırakmıştı bana.
Çünkü bir efsaneye inanmaktan çok daha fazlasıydı Anka.
—