Artık yazıp, anlatmanın zamanı…
Durduk. Kısa bir süreliğine de olsa…
Oturduk biraz. Şapa değil. Gezi Parkı’nın yeşilliklerine, basamaklarına… Belki de günlerdir uzak kaldığımız köşemize… Hafif dikenüstüyüz, o değişmez. O durum şu an için sabit, çünkü ihtiyaç duyulan izan ve iyi niyet cümlelerini henüz duymadık. Asgari bir anlayış, bir farkındalık, ufak bir (boş ver “yanıldık”ı) “haklısınız” telaffuz edilmedi. Haklı olduğumuzu bilmek için değil bu ihtiyacımız, karşımızda nihayet bir muhatap olduğuna ya da olacağına inanmamız için… Müthiş bir birliğin ve beraberliğin iç monoloğunu yaşıyoruz ve, evet, orada her şey yolunda. Ama artık bir cevabın zamanı gelmedi mi?
Kısa soluklanışımızın nedeni, anlayacağınız, ne hayal ettiğimiz her şeyi başarmışlığın rahatlığı, ne de rahatlamış bir rutine dönme hali. Sadece kalemi ele almaya, klavyeyi önümüze çekip başında biraz daha vakit geçirmeye vakit ayırma niyeti. Hızlı paylaşımlardan, kriz mesajlarından, akıl almaz bir haber akışının teyidinden, paniği dizginleyerek girilen her türlü diyalogdan biraz sıyrılıp, soluklanarak konuşma, yazma ve anlatma isteği. Çünkü düşünecek, hatırlayacak ve unutturmayacak çok şeyimiz var… Kısalığıyla ünlü hafızamızın doğasını biraz zorlayacağımız bir dönem bu. Biraz değil hatta, epey bir çalışmamız gerekecek bu hafıza üzerinde. Gecikmeden.
Çok şey öğrendiğimiz bir süreçteyiz. Üzerine konuşmak hâlâ çok zor, çünkü bütünü görmek için işin fazla yarısındayız. Özetlemek, tam bir analize tâbi tutmak, yerli yerinde bir senteze ulaşmak çok ama çok zor. Öğrendiklerimizi sindiremeden, uyarlayamadan, konuşamadan meydandaydık geçenlerde, yollardaydık. Manyak bir iletişim ağının ortasındaydık çoğunlukla; ya da insan haklarının hiçe sayılmasına ölçüsüzce eşlik eden şiddetin yakıcılığını tenimizde, dilimizde, bir şekilde yaşaran gözlerimizde hissetmekle, bunu sindirmekle, öfkemizi söze dökerken bin filtre kullanmakla, gazı yiyip “gaza gelmemekle” epey meşgûldük. Dersimiz sürüyor.
Konu ne kadar basitti aslında: Yaşam alanımıza sahip çıkma, tarihimizin dekorlaştırılmadan yaşatılmasını talep etme. Yaşam alanı yeşil alandı, kültürel alandı, ortak mirastı, bunun bir önemi yoktu. İnsansızlaştırılan Beyoğlu’ydu, “dönüştürülen” Tarlabaşı’ydı, içi kurumuş fındığa çevrilen AKM’ydi, sorgusuz sualsiz kapatılan Serkldoryan’dı (Cercle D’Orient), pejmürdelikle imtihan edilip dozerle onurlandırılan Emek Sineması’ydı ve… bir soluğumuzu bile fazla gördükleri Gezi Parkı’ydı… Derken #GeziParkı’na zorlandık, #DirenGeziParkı da gecikmedi. O #diren, oldu bazen #dayan, çünkü mücadele çok daha büyük bir sorunun çözümüne, çok daha birikmiş bir bıkkınlığın dile gelişine, çok daha temel ve insancıl bir taleple zeminlenmişti. Ve bu zeminin zemini, ülkenin ta kendisiydi.
Ama ne güzelmişiz biz. “Yeşilmişik,” şairin dediği gibi de, bu kadar da mı hoş muşuk? Yıllardır birbirimizi kemirirken, körlüklerle suçlarken, dinlemeden kapsamaya çalışırken, görüş ayrılıklarımız yüzünden (birbirimizi değilse bile) masaları yumruklarken, bu kadar mı sevmeye teşneymişiz birbirimizi aslında? Özümüze dair var oluşlarımızı küfür konusu eder, insanlıktan çıkar, hatta insanlığı kafamıza göre bireylere ve topluluklara üleştirir, birbirimizi zihnen ve bedenen acımasızca hırpalarken, küfürlerimizin etimolojisini bile sorgular ve ayıplar hale gelip kol kola vermemiz ve birbirimize sarılmamız bu kadar mı kolaymış da aslında… biz biraz salak mıymışız?
Belki hiçbir dinin, ırkın, cinsiyetin, cinsel yönelimin, tarih algısının ve “mükemmel” olduğunu sandığımız görüşlerimizin bir düşmanlık ve parçalanma nedeni olmadığını hep biliyorduk. Belki de bu kadar safsalak değildik. Belki de kendimizi ortaya koymak için bir öteki belirleyip onu sürekli aşağılarken, gerzekçe (çünkü bilinçsizce) bir faşizmi birbirimize uygulamamız, sadece yaşam deneyimindeki eksikliğimizdendi. Yoksa böylesine “müşterek” bir deneyimin bize bunu böylesine sert ve net bir şekilde göstermesini ya da hatırlatmasını, bunu da son derece “kısa” bir zamanda yapabilmesini, başka neyle açıklayabiliriz? Eh, Sezar’ın hakkı Sezar’a, bunun için de bayağı yardım (!) aldık.
Artık bireyler ve devlet olarak kırık notlarımızı bütünlemenin zamanıdır. Daha iki gün önce bu blog’da sıralanan liste hiç fena değil: “Demokratik talepler hiçbir zaman şiddetle susturulamaz. Bilgi alma hakkı, hiçbir koşulda sansürle ihlal edilemez. Dile getirilmiş talepleri yok sayıldığı için kendini protesto yoluyla anlatmak, sosyal medya yoluyla (ve hatta ekleyeyim “yüksek sesle”) duyurmak zorunda kalan hiçbir birey gözaltında tutulamaz (ve yine ekleyeyim, “suçlu” muamelesi bile göremez). Kimse hayatta kalma, sağlık hizmeti ve ilkyardım desteği alma hakkından mahrum bırakılamaz.”
Bunun için hatırlamalıyız. Hatırlatmalıyız da. Neyin bizim için önemli olduğunu, gerçekte istediğimizin ne olduğunu, elimizden alındığı zaman altımızdaki zeminin parça parça dökülmesine yol açan şey(ler)in ne(ler) olduğunu tanımlamalı ve aklımızdan çıkarmamalıyız artık. Demokrasinin hepimiz için olduğunu, özgürlüğün ancak bu ortak taleplerle mümkün olabileceğini… Tanımladık da aslında, tanımlattılar sağ (!) olsunlar! İş ki unutmayalım şimdi. Büyüklerin deyimiyle, “eşeklik etmeyip”, en basitinden “not” edelim bir kenara.
O yüzden şimdi, yazıp, anlatmanın zamanı ya. Süreç ve hareket henüz tümden biçim değiştirmedi, daha da değiştirecek gibi değil. Olsun, artık toplumca “arşivin” ve kayıt altına almanın önemini anlamak zorundayız. Bugünü unutulmaz kılacak, bugünü tarihe döndürecek olan şey bu kayıtlardır. Süreci, duyguları, şaşkınlıkları, ezberin intihar ettiği noktaları, normalleştirilmeye çalışılan hakiki suçları, o hiç beklemediğimiz dayanışmayı… bizi, hâlâ bizken yazmanın zamanı.
Bizi, bu halimizle yarına taşıyacak kayıtları tutmanın zamanı.