Atamadığımız adımların yorgunluğu

Atamadığımız adımların yorgunluğu

Mehmet Erkurt
08 Ocak 2014

Koşarsın ya da kaptırır yürürsün ya hızlı hızlı… Varırsın bir noktaya; ya amaçladığın noktaya ya da bir öncesine. Nefes nefese kalırsın, şöyle bir geriye bakarsın ve sadece oturup soluklanmaktır ihtiyacın. Sana kalan en büyük dertse, idmansız bacaklarında birkaç gün sürmesi olası bir ağrının ve kasılmanın sızılarıdır. Hoş, onu da dağıtacak ikinci bir koşu şansını hayat mutlaka yaratır sana. Hiç gecikmez.

Bazen de koşmazsın. Yürümezsin bile. Lök gibi oturur, zihnindeki dişlilerin sesini dinlersin. Varman gereken noktaya uzaktan bakar durur, nabzını sayarsın. Olur da araya hayatın türlü türlü sisleri girmezse, o noktayı görmekten alamazsın kendini, koşacağın günü düşünüp durursun. Öfkenin metalik tadını, daha doğru dürüst kurulmamış hayalin kırıklığını duyumsarsın dilinde. Koşmadan yorulur, yorgunluğun fikriyle daralır ve varış noktasının sana işkence etmesine izin verirsin. İçinde yükselip göğsünü yakan asit bile senden daha kararlıdır.

İşte bu ikinci yorgunluk, bacaklarını değil ama, sırtını muhakkak ağrıtır. Kasılır kalırsın. İşin fenası, dinlenmeyle geçmeyen ağrılardır bunlar. Durgunluğun idmanı yoktur. Sadece ağrısı vardır.

Bir Adım Daha’yı okuduğumda, hayatın bu açıdan ne kadar zor olabileceğini değil de, hayatı ne kadar kolayca zorlaştırabildiğimizi düşünüp gülümsedim boş boş. Bize aydınlığı şamdan, hayatı zindanla sunan, parkları girilmez sokakları solunmaz kılan, metinleri okunmaz fikirleri duyulmaz eden baba devletlerin “dinlemezliği” yetmiyormuş gibi, bizi dinlemeye hazır kulakları da yok saymamız ne gereksiz bir yorgunluk aslında.

90’lı yıllarda White Lies adıyla yayımlanan bu haza İrlandalı roman, Mark O’Sullivan’ın, gençtir ebeveyndir ayırmadan, karşısındakiyle köprüleri atmaya teşne her huzursuz-durağanı omuzlarından tutup sarsmayı amaçlamış, belli. Bir şeyleri çok bildiğimize emin olduğumuz o yanılgı anlarına kurban giden aklımızı yerine getirmek için genç bir kurgu tasarlamış. O çok gerekli, bazen de en zoru olan “adımı” atıp da meseleyi tüm açıklığıyla ortaya dökmeden, karşımızdakiyle yüzleşmeden, ne dolambaçlarda zaman ve insan harcayabildiğimizi yumuşak, ama kararlı bir öyküyle dökmüş sayfalara.

Üç genç var bu romanda: Nance, OD ve Seanie. Hatta ben bu ekibe Beano’yu da katar, üç buçuktan dört karakter derim. Zira Beano, adının ait olduğu Kelt bayramını kodlamasa da doğrudan, içinde patlayan fişekleri duymayı ihmal ettiğimiz gölge insanlardan biri. İrlanda’nın farklı sosyoekonomik katmanlarından ve aile yapılarından gelme bu dört büyüme yolcusu farklı birer içsel mücadelenin, bireysel isyanın ya da sessiz kabullenişin öyküsünü barındırıyor. Farklı kırılma noktalarından sonra hayatlarındaki suyun akış yönünü değiştirmeye çalışıyor ya da bunun için ne yapması gerektiğini bilmeden bocalıyor, bekliyor ya da tekliyor. Bu kırılma bazen aşkta ve kararlarda, bazen ailevi ya da kimliksel konularda, bazen geçmiş sıkıntısı ya da gelecek endişesinde gösteriyor kendini. Konunun sıhası ne kadar geniş görünürse görünsün, çözüm ya da düğüm tek noktada toplanıyor: Bende. Benim atacağım ya da atmayacağım adımlarda.

O’Sullivan, belki de zamanında Pedro Almodóvar’ın söylediğine benzer bir şekilde “Konuş Onunla” diyor okuruna. Sadece farklı öncelik ve biçimlerle. Romanda, yüzleşmeye imtina ettiğin konular tek değil, çeşitli; aralarındaki sınırları koyu renklerle çizmek zor olsa da. Konuşmaya çekindiğin kişilerse, filmdekinin aksine, komada falan değil, her türlü cevabı verebilir durumdalar. Ama cevaplara hazır olmak, bambaşka bir mesele. Sadece duyan için değil, veren için de. Zira o da bu cevabı kendi ağzından duyacak ki, bazen en zoru bu.

Uluslararası Genç Kütüphaneciler Birliği’nin 1998’de Beyaz Karga Ödülü’ne değer gördüğü bu roman, gençler kadar gençliğe de dair. Hatalar yapmanın, adımları belki bilinçsizce ve hoyratça atmanın, duygulara yenik düşmenin ama bundan çıkan toplam sonucu, günü geldiğinde açıklıkla ve sonuna kadar konuşabilmenin herkes için ne kadar zor olabileceği üzerine. Çünkü iş bu noktaya geldiğinde, herkes epey genç, herkes biraz ergen.

Bir Adım Daha’yı elimden bir kez daha bırakırken, hayattaki bazı titrek adımları atmak için sorduğum şu soruyu yeniden hatırlıyorum: Konuşmaya çekinerek, üşenerek, uzak durarak harcadığım enerji, acaba konuşarak ve yüzleşerek harcayacağımın kaç katıdır?

Bununla ilgili net bir rakam çıkmaz belki, ama tahmini bir ortalama bile ciddiye almaya değer.

, , ,
Share
Share