Ben, O’yum…
Denizcilikte âdettir.
Aynı flamayı taşıyan iki tekne
Çok uzaktan geçerlerken bile selamlarlar birbirlerini.
Ferit Edgü
Hakkari’nin Pirkanis köyünde geçen bir film, Hakkari’de Bir Mevsim. Başrolde Genco Erkal. Hayatının bir mevsimini burada yaşamak üzere yollara düşen genç bir öğretmen ile karların üzerinde yalınayak yürüyüp de ölmeyen, direnen bir avuç çocuk. Birbirlerinin dilini hiç bilmiyorlar, ama gene de birbirlerine çok şey öğretiyorlar. Ve Ferit Edgü’nün romanından sinemaya uyarlanmış filmin ardından aklımda kalan şu cümleler;
“Artık söyleyecek birkaç sözüm var tümünüze! Eğer bir tek mektupla sesleniyorsam, bağışlayın beni. Çünkü tümünüz birbirinize benziyorsunuz. Uçurumlar, uzaklıklar, denizler, akarsular ayırıyor bizi birbirimizden.”
Tektipliğin kopyalanmasından ziyade farklılığın bir araya gelmesi fikri seneler önce yine Ferit Edgü vasıtası ile başlamıştı bende. “Sen, benden ben, senden olduğum halde, garip! Yüzyıllar boyu hiç öğrenmemişiz birbirimizin dilini…” Nitekim, hayatımın seyri de bu cümleyle değişmiş oldu. O günden sonra dillere, kültürlere ve benden olmayan herkese müthiş bir merak duymaya başladım. Tek bir kentte yaşayamaz, hep aynı evlere sığamaz oldum. İnsanın yüzsüzlüğüydü zira, sanki tek başınaymış gibi davranmak ve herkesin kendisine benzemesini ummak. Bir ülkenin yıllarına yayılmış olan bambaşka hayatlar ve kültürler vardı oysa. Anadolu’daki kentlerin haritasız olduklarını da ancak o günlerde öğrenmiştim. Sınır demek, bir şeyin bittiği yer demek değildi çünkü. Sınır, bir şeyin asıl açılımına başladığı yerdi ve şu hayatta düşünülebilecek en korkunç kitle, bir sürü tanıdıktan oluşanlardı. İçinde tek bir gözün bulunduğu ve sürekli tur attığı bir ülkeydi bizimki… Değil mi ki herkes hep aynı şeyi görmek, hep aynı tanıdık sesleri işitmek istiyor. Adı farklı olan bir türlü kabul görmüyor. Kaderin yırtıcı hayvanı da insanoğlunun birbirine ettiğidir… Eski bir söz var; “ne kadar çok insan var,” dermiş, kendinden başka kimseyi tanımayan ve “insanlar ne kadar az,” dermiş, kendinden başkasını tanımaya başlayan. Ve o filmdeki genç öğretmenin dediği gibi; buralarda başka başka hayatlar da olmalı muhakkak. Hadi, kalk! Onları bulalım.
Ne şanslıyız ki, bizim topraklarımızda her sözcüğün sayısız omuzdaşı ve sayısız kaderdaşı var. Dillerimizdeki farklılık, bizim en güzel benzerliğimiz aslında. Çünkü bu farklılığın içinde ortak bir kurtuluş ümidi var. Edgü’nün deyişiyle, gemi su almaya başlasa bile, var. Kayalara çarpsak bile var. Batarken bile var. Suyun dibini boylasak bile var. Var oğlu var… Sözcükler gezgin, sözcükler ezelden tanış. Ve yabancı sandığın her sözcük aslında sana sen olma fırsatı veriyor, dinle bak! Biz ki Süryanisi, Ermenisi, Rumu, Lazı, Kürdü, Boşnağı, Çiganı, Gürcüsü, Hemşinlisi, Avarı, Arabı, Sefaradı, Türkmeni, Zazası, Ladinosu ve daha nicesi, topyekûn, beraberce insanların akşam yemeği sırasında ağladıkları bir ülkede yaşıyoruz, o halde bizi birbirimizden ayrı kılacak bir din, dil ya da renk düşünülebilir mi?
Öyleyse durma hiç! Ara, bul, tanı, sev… Komşundan öğrendiğin tek bir sözcük bile sendeki seni yenilemeye yeter. O vakit Sina çölünden bir avuç kum alıp da çöle bırakan Borges gibi, kendi kendine şunu söyle: “Çölü değiştirdim…”
Su yüzünde giderek yayılan halkacıklar oluşturan bir dalga gibi, sen kendini değiştirdiğinde başka her şey değişir.
Hatırla!
…