Benim ressamlarım…
Yıllar önce internette gözüme bir yazı çarpmıştı. Yazar, hoşuna giden tabloları nasıl çaldığını anlatıyordu. Meğer sadece bir hayal hırsızıymış. Yıllar boyu sergiler ve ressamlar hakkında yazı yazarken, hoşuna giden resimlerden kendine bir sanal galeri yapmış. Zihinde oluşan bir müze…
Düşündüm de, herkesin böyle bir müzesi vardır aslında. Gönlünde sakladığı, ressamın adı geçince ya da aklına gelince ortaya çıkardığı bir galeri. Gözünün önünden tablolar geçer. Benim gözümün önüne ilk olarak Claude Monet’nin suda yüzen nilüferleri gelir. Aslında daha fazla sevdiğim resimleri vardır ama, herhalde bunlar bana ressamın eşsiz bahçesini hatırlattığı için. Zaten müzemin ağırlığını Empresyonistler (İzlenimciler) oluşturur. Daha çok Monet ve Pisarro, Sisley ve çalışma şekline hayret dolu bir hayranlık beslediğim Seurat. Belki bir iki Renoir, daha da belki kaydıyla bir Manet. Ama mutlaka Van Gogh, hasır iskemleli odası, çıldırmış ve sarhoş olmuş yıldızlı göğü, çiçekleri, ‘kendi portre’leri, köprüleri, kafeleriyle, bir değil birkaç Van Gogh.
Ve elbette Henri de Toulouse Lautrec. Baz Luhrman’ın Moulin Rouge‘unda soytarıya çevirdiği asil ve sakat ressamım. Bir şehrin, hem de eşsiz Paris’in gece hayatını olduğundan da çarpıcı biçimde resmeden dâhi. At resimlerini de unutmuyorum, tabii, ne de olsa biz Lautrec’e hem resimleriyle, hem de Pierre La Mure’un iç burkucu kitabı Moulin Rouge vasıtasıyla ulaşmıştık. Onun için de yakışıklı ve çapkın Fransız asilinin aynı derecede mükemmel oğlunun küçük yaşta attan düşerek sakat kaldığını, güzelliğini de kaybederek resme sığındığını da hatırlarız. Lautrec büyük bir ressam, olağanüstü bir afişçidir.
Hazır kitaplardan söz ederken, Van Gogh kitabını da unutmamalı. Irving Stone’in ressam üzerine yazdığı kitabı da nispeten küçük yaşta okumuştum: Lust for Life. Şimdi Aşk Humması diye çevriliyor nedense, oysa mesele aşktan ziyade, hayattır. İlki bu kitabın beyazperde uyarlaması olmak üzere, hayli Van Gogh filmi de gördüm ama sanki onu resimlerinden okumuş gibiyim. Onu da, kardeşi Theo’yu da tanıyorum.
Sonra kim var? Mutlaka bir iki tane Andre Derain. Sebebini bilmeden hep hayranı olmuşumdur. Gördüğüm en güzel köprünün, en güzel kırmızı lekenin sahibidir. Ve mutlaka, ama mutlaka birkaç tane Egon Schiele. Adının neredeyse aynı nefeste telaffuz edildiği hayranı / destekçisi, süslemeyi seven Gustav Klimt’ten değil belki, ancak endişe, gerilim ve bir anlamda yalınlık yanlısı Schiele’den resim olmazsa, müzem eksik kalır. Munch da makbulüm olsa bile, Schiele usulü “angst”ı tercih ederim. Üç yaşında havale geçirmişe benzeyen insanları hep sevmişimdir. Üstelik Schiele’nin, benliğin tekliğini parçalayan portreleri gibisi de zor bulunur. Unutmadan, David Hornby’nin Yüzler’i. Peki, Miro’yla Bosch da var.
Başka? Bacon’ı hem severim, hem sevmem. Gene de etkilenmekten kendimi alamam. Demek ki, bir Bacon. Hatta, biraz dikkatle bakılırsa, göze bir iki Gerhard Richter de çarpıyor. Sigmar Polke ile ikisi, “aynı nefeste telaffuz” faslının başka örnekleri. Warhol, Basquiat ve Pollack, sanmam; ancak bir tane Schnabel (‘Deniz’, herhalde) vardır tabii, sonra bir miktar Keith Haring, Turner olmasa da Winslow Homer, bir köşede Enki Bilal çizimleri ve en kıymetlim, Hopper. Aldatılmış ve terk edilmiş, hatta aldatılmadan terk edilmiş insanlar, mekânlar, “elde bir” cinsinden, sorgulanmayan yalnızlıklar, ayrıca gördüğüm en güzel ışık. Benim şahsi müzemde bunlar var işte. Klasikler mi? Arkalarda kalmış olsalar gerek, ben ilk ağızda göze çarpanları sıralıyorum.
Peki, ben nasıl resimler yapıyorum, kimlerden etkilendim? Hiç. Resmi o kadar sevdiğim, resim kitaplarına para dökerek zaman zaman, eski tabirle, hasır üstünde kaldığım halde, düz çizgi çizmekten acizim. Harita bile çizemezdim, okul yıllarımın bütün haritaları annemin elinden çıkmadır. Bir dönem, herkesin resim yapabileceğini iddia eden bir arkadaşa uyup, ders olmasa da nasihat almış, epeyce bir süre küçücük karelerle dolu milimetrik kâğıtlarla ömür tüketmişimdir. Olmadı. Bakmayı seviyorum diyelim.
Artık o kadar çok “gün” var ki, ister istemez bir kısmını atlıyoruz ya da bir kısmı zaten atlanmaya layık oluyor. Ama bugün kutlanan gün farklı. Sanırım Türkiye’de onuncu yılı, Dünya Ressamlar Günü’nün. İşte bugün o gün. Yapmak şart değil (keşke yapabilsek), bakmak yeter. Ressam arkadaşları destekleyebiliriz. Sadece sevdiğimiz ressamların bilmediğimiz resimlerini bulmaya çalışarak bile kutlayabiliriz. Yaşlılarla ya da küçük çocuklarla birlikte resim yaparak, ya da onlar için resim yaparak da… Benim kadar kabiliyetsizseniz (“Neyi yapamazsın?” diye sorulunca, hazırdaki cevabımdır: “Resim”), yanınızda kalemine hakim biriyle gitmeyi ihmal etmeyin. Kutlu olsun!