Bir annenin kaygı evrimi
Bundan on yıl kadar önceydi… O zamanlar ağabeyim üniversiteyi daha yeni kazanmış ve başka bir şehre okumaya gitmişti. Gittiği ilk yıl da, şansına kara kış.
O sene İzmir’e bile kar yağmıştı, çok iyi hatırlıyorum. O kadar soğuk kış günleri…
Ağabeyimin ilk yılı olması, yuvadan uçan ilk kuş olması; bu da yetmezmiş gibi hiç alışık olmadığı karın, tipinin içine düşmesi, annemde gıdım gıdım artan kaygılara sebep olmuştu. “Ne yapıyordur o çocuk şimdi bu soğukta? Yeterli şekilde sarınıp sıcak tutuyor mudur kendini? Bilmez de şimdi içlik giymeyi, görmedi ki hiç buralarda…”
Diğer sahnede akan ağabeyimin hayatında da şöyle bir sorun vardı: Bizim oğlan içlik giymesini pekâlâ biliyordu ama o “gurbet ellerde” anasına, atasına nasıl haberler vermesi gerektiğini hiç mi hiç bilmiyordu.
Ve bir gün ağabeyimden şöyle bir telefon geldi: “Alo, anne. Tipi yüzünden merkezde, rektörlükte mahsur kaldık. Bizi buralarda bir şekilde konuk edeceklermiş. Telefonumun şarjı çok az, ulaşamazsanız merak etmeyin beni.”
Pihhuuu! Annemin beyninde patlayan roketatarlar, havan topları, envai tür savaş bıdıları…
Şans da bu ya, başa bir şey geldi mi, gerisi de çorap söküğü gibi patır patır peşinden gelir. O akşam annem, babam ve ben, yanlış hatırlamıyorsam bir türkü yarışması izliyorduk ve ilk çıkan yarışmacı şarkısını söylemeye başladı: “Pencereden kar geliyor, aman annem gurbet bana zor geliyor…”
Annem durur mu, başladı hemen şarkıya Adile Naşit hıçkırıklarıyla eşlik etmeye. Adam söyledikçe annem hönkürüyor; adam nağme nağme işledikçe şarkıyı, annem basıyordu feryadı.
Ama benim ağabeyim sert insandır. Annem, “Aman oğlum içlik giyiyor musun? Soğukta tutmuyorsun değil mi kendini? Karnını da aç bırakma…” türünden sorular soramaz ona. Ben de o gün kapandı sanmıştım bu tür annelik kaygıları, ama yanılmışım.
Okula başladığımın ikinci günü annemden telefon: “İstanbul’da olaylar olmuş sakın dışarı çıkayım deme!”
Üçüncü gün: “Orada yağmur yağıyor, yurdunda kal.”
Dördüncü gün: “Yalavo’da deprem olmuş; sizin yurt eskiyse, git teyzenlerde kal bu gece.”
Beşinci gün: “Dana etlerinde bilmemne virüsü bulmuşlar, sakın ağzına sürme.”
Altıncı gün: “Gürcistan’da savaş çıkmış, Gürcü ve Rus’lardan uzak dur, neme lazım.”
Yedinci gün: ” Güneşte patlama olacakmış bu gece, bir sığınak bul kendine.”
…
Tamam biraz(!) abartmış olabilirim ama sabah 7 ile gece 12 arası annemin “OĞLUM İYİSİN DEĞİL Mİ?!” paniklemesiyle başlardı telefon konuşmalarımız. Hâl böyle olunca da, biraz çekidüzen vermek zorunda kaldık annemin kaygılarına.
Birincisi ve en önemlisi, genç nesiller olarak, mesai saatleri içinde panik yapmamız gerektiğini, uyku saatlerimizin de sabaha karşı 5 ile öğle 2 arası olduğunu anladık.
Daha sonra coğrafya eğitimi aldık annemle. “Van’da deprem olursa, fiziki artçıları İstanbul’da hissedilmez”, “Ukrayna karışmış olabilir ama aramızda bir tomar kilometre var,” gibi cümlelerle, konumumu önce dünya, sonra kuzey yarımküre, daha sonra da sırasıyla Avrupa, Doğu Avrupa… gibi alan adlarıyla daraltarak İstanbul’a vardık.
Son olarak da, kredi kartı borcumu ödemek zorunda kalan annem, aslında karnımın aç, baldırımın çıplak olmadığını; nerede yatıp, nerede kalktığımı biraz acı bir şekilde öğrenmiş oldu.
Tam her şey yoluna girmişti ki, bir gün annemle konuşurken, yanımdan geçen araç acı bir fren yaptı ve, nasıl oldu hâlâ anlamış değilim, telefon birden kesildi. İki dakika sonra anneme ulaştığımda, kadın yüreği ağzındaydı:
“OĞLUM, SANA ARABA ÇARPTI SANDIM!”
Tabii ki de, anneme göre, dünyanın en dalgın, en önünü görmez insanı ben olduğum için, telefonda konuşurken önüme bakmayıp kendimi birden yola attığımı, bu yüzden de kaza yaptığımı sanmış.
Artık annem aradığında, dışarıdaysam eğer, hemen yüzüme kapatıyor telefonu.
Olsun ama, buna da şükür.
Görsel: Erdil Yaşaroğlu