“Bir gün Lizbon’a trenle gideriz belki…”

“Bir gün Lizbon’a trenle gideriz belki…”

AHMET BÜKE
11 Eylül 2013

İki karabiber ağacının birbirine sarıldığı gölgede oturuyordum. Yanımdaki kız telefonundan Beirut’u açtı: Vagabond. Beraber izlemeye başladık. Arada yüzüne bakıyordum. Acaba, bir yerlerde gördüm mü? Düşerken bana toslamıştır ya da gözlerime Talcid sıkmıştır falan. Yok, hatırlayamadım.

Video tam denizci çocuğun tek gözlü hemşireye sihirbazlık yaptığı yere gelmişti ki, yine gaz geldi.

Sakince kapattı telefonunu.

“Bu tarafa gidelim,” dedi. “Halamların evi var o sokakta.”

Kalabalık dalgalanınca kaybettim onu. Saniyesinde yok oldu.

Önümdeki çocuğun ensesine plastik mermi geldi. Kendinden geçti. Saniyesinde.

İki kişi kollarından tutup Gül Kahve’deki revire götürdük. Göz gözü görmüyordu içeride. Olduğu yerde çırpınan iki gaz kelebeği vardı yerde.

“Arka kapıdan çıkmayın,” dedi bir teyze. “Çıkanı alıyor kırmızı urbalılar!”

Bir gülmek aldı beni. Kendimi durduramıyorum. Kahvenin yan camı patladı o anda. Kendimi dışarıya attım.

Koşarken kıkırdamak çok zormuş.

Etrafımdaki kalabalığın azaldığını fark ettim. Kemeraltı’na kadar varmışım meğer.

Doğruca Hisar Camii’nden geçip Mirkelam Hanı’na gittim. Plakçı Birol, Müzeyyen Senar çalıyordu. Selam verdim. İçerideki kahveye geçip oturdum.

Çantamı açtım. Teksas’ın eski ciltlerini kokladım önce.

“Allah’ım,” dedim. “Avukat Konoli’yi tanıyan teyzelerle beni karşılaştırdığın için sana şükrederim.”

Bu aslından Arap Hatçam Teyze’nin duasıydı. Aynısı değil ama benzeri.

Düşüp bir yerimizi çıkarttığımızda ya da kırdığımızda doğru ona koşardık mahallede. Sudan’dan getirttiği dua kitabı vardı. Başındaki beyaz eşarbı çıkarır, ağzında ekmek çiğneyip sarardı. Bizim tek şifacımızdı Hatçam Teyze.

Bir keresinde Barbo ile aynı kıza âşık olmuştuk. “Bu da acı değil mi, lan,” deyip Hatçam Teyze’ye koşmuştuk. Bize uzun uzun bakmıştı sonra da mutfak tezgâhında duran oklavasına… Şimdi kafamızda kıracak galiba, diye içimden geçirmiştim.

“Allah iyilerle karşılaştırsın evladım. Donunuza bir avuç arı koyun, geçer sıkıntınız.”

Hey gidi koca zenci!

“Aaa sen de mi buraya kaçtın yahu?”

Hah, Barbo da düşmüştü Mirkelam’a.

Sarıldık.

Birbirimizi ne zaman görsek sarılıyoruz. Oysa aynı mahallede komşuyuz. Belki bir daha sağ ve tam göremeyiz diye. Sonra ikimiz de birbirimizin gözlerine bakıyoruz. Oradalar mı, diye. En büyük korkumuz onlarsız kalmak bu günlerde.

“Bak aklıma ne geldi koşarken,” dedi, “Arap Hatçam Teyzenin okunmuş suyu var ya. Hani sınav öncesi falan içirirlerdi bize. Soruları hızla çözelim diye. Gidip ondan bir damacana rica edelim.”

“Eee?”

“İşte sonra Talcid suyuna karıştırırız. Belki değişik bir şey olur. Daha hızla iyileştirir.”

Az daha gülmekten sandalyeden düşecektim.

“Oğlum, bizim mahallede o suyu içip sınav kazanan oldu mu?” dedim.

Düşündü.

“Pişici Halil Amca’nın kızı tıbbı kazandı ya.”

“Ya,” dedim. “Bak o doğru.”

Barbo önümdeki Teksas’lardan bir kaçını aldı. Plakçı Birol bize iki süvari kahve söyledi.

“Ama bak,” dedi Barbo, “Okunmuş su saçmaydı harbiden de, kırık çıkıklık bir şey olursa birine doğru ona götürelim. Acili kapatıyor bazen kırmızı urbalılar.”

Evet, bu şehirde bu yaz bir hâl vardı.

Beirut’u dinleyen kız geldi aklıma.

St Apollonia,” diye mırıldandım kendi kendime, “Bir gün Lizbon’a trenle gideriz belki…”

13.08.13

 

(Görsel: Fisheye)

, , , , , , , , , , , , , , , ,
Share
Share