Bir harika çocuk
Belgeselleri her zaman severim. Ama bu yıl 34. İKSV İstanbul Film Festival’inde benim için özel bir anlam taşıyan bir belgesel de vardı. Eytan İpeker’in yönettiği “İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi.
Her şeyden önce, yaş icabı bilmeyen varsa diye hatırlatayım: İdil Biret gerçekten “harika çocuk”tu. O harika çocukluğu da, eşsiz piyanistliğiyle, çalışmalarıyla tamama erdirdi. Ama ondan da ötesi, bizim kardeşimizdi. İdil Biret Kardeş. O dönemin Doğan Kardeş okurlarının böyle harika çocuk kardeşleri vardı. Yalçın Emiroğlu yazısında da sözünü etmiştim: İdil Biret ve Suna Kan. Hatta Verda Erman da vardı diye hatırlıyorum. Yasadan yararlandıklarını sanmıyorum, ama Ayla Erduran ile Ayşegül Sarıca da bizim “kardeş”lerimizdi. Tek ‘erkek çocuk’ olarak da Hasan Kaptan’ı hatırlıyorum. Ve hiç kıskanmadığımı. “Harika çocuk” tanımlaması bunu önlüyordu herhalde. 1948 yılında çıkan bu özel yetenekli çocuklar yasası, onların yurtdışına devlet bursuyla gönderilip yetiştirilmelerini sağlıyordu. Halen de yürürlükteymiş ama işletilmiyor.
İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi, bütün bunları bir anda hatırlattı bana. 56 dakika uzunluğunda, su gibi akıp giden bir filmdi. Bugünkü İdil Biret, görsel malzeme eşliğinde bize o yılları anlatıyordu. Küçücük, bıdıcık bir kız, beş yaşında. Olağanüstü yetenekli, çok iyi piyano çalıyor. Annesiyle babası ona iyi bir hoca bulmaya çalışıyorlar. Ama bu kadar küçük bir çocuğu eğitmek de kolay değil. Nevid Kodallı’ydı galiba, onun ayaklarının pedala yetişmediğini, bazen küçük parmaklarının da yeterli olmadığını, tuşlara dirseğiyle bastığını söylüyordu.
Hatırladığım kadar da sevimliydi. Saçları lüle lüle, endişeli büyüklerinin bu endişelerini hiç paylaşmıyor gibi görünen, güven sahibi küçük bir çocuk. Tabureye oturdu mu, ayakları pedala da yere de yetişmiyor. İsmet İnönü’nün karşısında çalıyor. Vehbi Koç Vakfı desteğiyle hayata geçirilen belgesel sayesinde bizim karşımızda da çalıyor o yaştaki haliyle. Ama şimdiki İdil de, gene kardeşimiz olmuş gibi bize kendinden, hayatından, kedilerden söz ediyor. Kedileri çok seviyor.
Belgeselin ilk gösterimi, 34. İstanbul Film Festivali’nde, Pera Müzesi’nde yapılmış. Orada izlemeyi çok isterdim, çünkü gösteri İdil Biret’in katılımıyla gerçekleşmiş. Belgeselin sonunda da sanatçı, izleyicilerle sohbet etmiş. Eytan İpeker’in yönettiği filmin önemli yanlarından biri de, arşiv araştırmaları sırasında ortaya yeni belge ve kayıtların çıkmış olması. Aralarında TRT arşivleri kaynaklı, ne zamandır gün ışığına çıkmamış görüntüler ve kayıtlar da var. Bunlar da kullanılmış elbette. Örneğin, İdil daha yedi yaşındayken Fransız Radyosu’nun onunla yaptığı röportaj, piyanist Arthur Rubinstein’ın İdil Biret’i Fransız izleyicilerine tanıttığı televizyon programının ses kayıtları ve 70’lerde, hocası Nadia Boulanger’ye Berg’in Piyano Sonatı’nı çaldığı görüntüler gibi. Rubinstein onun için, “Çalışını ilk duyduğumda gözlerimden yaş geldi,” demiş. Ayrıca, Biret’in kişisel arşivlerinden görüntüler de var: Çocukluk fotoğrafları, çocukken yazdığı mektuplar, çizdiği resimler ve beş yaşındayken yaptığı bestelerin orijinalleri.
İsmet İnönü’nün bu çocuklara yardımcı olmak, o yasayı çıkarmak için ne kadar uğraştığını da görüyoruz. Sanatçının müzik macerası pek çok kişi tarafından anlatılıyor: Hocası Wilhelm Kempff’in çocukları Roland ve Irene Kempff, müzik eleştirmeni ve Fransız Radyosu Yayın Direktörü Claude Samuel, İdil Biret – Dünya Sahnelerinde Bir Türk Piyanisti kitabının yazarı Dominique Xardel, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker İnönü, Suna Kan, Filiz Ali gibi.
Ama en güzeli, olağanüstü yetenekleri olan, bizimkinden çok farklı bir hayat sürmüş bir insanı, İdil Biret kardeşimiz’i müziğiyle birlikte insan olarak da tanımak. Gene kedilere döneceğim ama, bütün kediseverler gibi onlarla ilgileniyor, bakıyor, seviyor. Bu kardeşinin gönlünde yer edecek bir başka özelliği de var: Kendi bildiğinden pek şaşmıyor, başkalarının kararlarına uymayı sevmiyor -ki, bizim için (kimileri başına buyrukluk dese de), bu âlemde en makbul şeylerden biridir.
Başka şeyler de kalıyor akılda. Küçücük bir çocukken hiç bilmediği bir şehre gitmek, durmadan çalışmak, o hocalara kendini beğendirmek kolay mı? Kendine güveninin de faydasını görmüştür mutlaka. Bir de çalışkanlığının… Paris’te yıllarca oturduğu ev bana nedense Giacometti’nin hiç terk etmediği küçücük Paris atölyesini hatırlattı. Ve o bitmez tükenmez yaratıcılığı… Belli ki, İdil nereye giderse gitsen, müziği onu kuş tüyü bir yorgan gibi kucaklamış.
Film için çok teşekkürler. Gene de Pera Müzesi’nde olup, müzisyeni de birinci elden görmek isterdim. Ne de olsa, ilkokul yaşındaki arkadaşlarla artık o kadar sık karşılaşılmıyor…
—