Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü…
Mümtaz hayatının anlattığımız kısmıyla bir macerası olan adamdı.
Bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur
Ahmet Hamdi o meşhur romanında, “Madem ki okuyorsun, en iyisini oku,” der. Ben ise kendi kendime şöyle diyorum şimdi: “Madem ki yazıyorsun, en iyisini yaz.” Sahi, en iyisi nedir? Otuz yıllık ömrümün en zor yazısını yazmaya çabalarken hem de, kelimelerin en iyisi hangileri olabilir benim için? Bilemiyorum… Tıpkı hikâyede adı geçen Mümtaz gibi, bir faciayı, bir roman gibi ve tesirleri daima taze kalacak bir yaşta yaşamış ve payıma düşen acıyı katbekat üstlenmişken en iyisini yazmak mümkün müdür bugün? O hâlde madem ki yazıyorsun, en acısını yaz, diyorum kendime. Yazmak, bir nevi dertleşmekse hiç görmediklerinle, o hâlde dök dökebildiğince içini. Şayet, kelimeler hissi bir duruştan ibaretse; hissini, fikrini, derdini, kederini yaz şimdi gönlünce. Çünkü bugün yazamazsan, bir daha asla yazamayacaksın bu yazıyı.
“Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sormuş bir şiirinde Cemal Süreya. Ve şöyle demiş hemen sonra:
“Benim bir kere öldü, kör oldum. Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak. Şöylemesine maviydi.
Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü. Babamdan ummazdım bunu.
Kör oldum.”
Babam gideli tam bir hafta oldu. Henüz hiçbir şeyin olmadığı, henüz kimsenin ölmediği ve babamla bu dünyadaki son günümüz olan o kara cumartesiye geri dönebilseydim eğer, şüphesiz ki, ben bambaşka bir ben olurdum. Söylediğim her sözü, sanki babama söylememe izin verilen son cümleymişçesine özenle seçerek konuşurdum. Eve daha erken gelir, babamla karşılıklı bir bardak daha çay içmek isterdim mesela. Yazık ki, babam giderken çay demlenmiş, ama bardaklarımız öylece başıboş kalakalmışlardı mutfakta.
Şüphesiz ki, bir evlat için hayatının en zor anıydı bu veda. Kucağımda babamın kıyafetleri ve bir çift ayakkabısı, soğuk bir hastane koridorunda durmuş onun ölüm kağıtlarını imzalarken, imzamın hemen altına büyük harflerle şöyle yazdırdılar: Kızı… Ve sonra alıp başımı gittim…
Fakat şu an anlıyorum ki, aslında ben yitirmiş olduğumdan daha çoğunu şimdi buldum, babamın ardından… Altmışyedi yıllık ömrünü sanatla ve türlü inceliklerle geçirmiş olan babam, geride sayısız tablo, fotoğraf ve aşkla yazılmış onlarca mektup bıraktı bizlere. Onun yaptığı resimlerde ve yazdığı yazılarda nice hikâye buldum. Sanki yeniden tanıştık babamla. Ve gitmeden evvel son bir öğüt vermiş oldu küçük kızına. Meğer gitmenin bir vakti yokmuş. Meğer gitmelerin eli kulağındaymış hep. Meğer hayat hakikaten küçücük, basit an’larla mayalanırmış. Meğer bazı fırtınalar öylesine sessiz gelirmiş ki, geliyorum bile demezmiş insana. Meğer bazı acıları kelimelere çevirebilmenin mümkünü yokmuş. Meğer ölümün bile bir hacmi, ağırlığı, hatta kokusu varmış. İnsanın kalbine temas ettiğinde, adeta damarlarını kesermiş birer birer, lime lime doğrarmış etini.
Bir zaman, bir kitapta okumuştum. Bir kadın, eskimiş bir şapka saklıyordu odasında. Adam soruyordu kadına: “Anısı var mı? Yani, bir şapkanın içine ne kadar anı sığabilir ki?”
Babamın öldüğü sabah, başından hiç çıkarmadığı haki renkli ressam şapkasını göğsüme bastırıp saatlerce ağladım. İnanır mısınız, o şapkanın içinde en azından beş ömürlük anı vardı. Çocukluğum, gençliğim… Hepsi el ele vermiş, o şapkanın içine gelip oturmuşlardı adeta. Babamın anlattığı masallar vardı orada. Balıkçının oltasına takılan kırmızı balık da şapkanın içinden başını uzatıverdi o an. Babam kıyamazdı hiç o küçük, kırmızı balığa. Her masalın sonunda yeniden salıverirdi onu sulara. “Her canlı, kendi yuvasında güzeldir prensesim,” diye fısıldar, içtenlikle gülümserdi bana ve bütün bir dünyaya.
Her ikimiz de birbirimizi en çok anlayacağımız yaştaydık. Yepyeni bağlar kurmuş, baba kızdan öte, iki iyi dost olmuştuk son birkaç yılda. Ama benim babamın bir yaşam müziği vardı. Aşkla, sanatla, inceliklerle doldurduğu bir ömrün müziğini bıraktı kulaklarımızda. Sanırım bu, büyük bir şans.
Şairin dediği gibi, sizin hiç babanız öldü mü, bilmem. Benim bir kere öldü, kör oldum…
Ve son bir not; siz siz olun bir şapkanın içine ne kadar anı sığabilir ki, demeyin.
Ben babamı aldım, o haki renkli ressam şapkasının içine koydum. Bir de baktım ki, ufacık bir şapkanın içine koca bir dünya sığdırmışım.
Babam ve ben, beraberce koskocaman bir dünyaymışız.