Canım annem kolonyası

Canım annem kolonyası

SEVİN OKYAY
Zamanlı Zamansız - 09 Mayıs 2015

Anne-kız ilişkisinin (ki, pek merak edilen bir ilişkidir) her iki yanına da vakıfım. Ancak, anne olarak da, kız olarak da normlara uymayı beceremediğimi itiraf etmek zorundayım. Belki de uymaya pek çalışmamışımdır.

Anneler günü gene geldi çattı. Gözümün önüne de hemen ellerini kucağında kavuşturup yan oturmuş bir anne silüeti taşıyan bir şişe geliyor: Galiba ilk olarak Hürriyet’te görmüştük: Canım Annem Kolonyası. Kızım Elif, malum gün yaklaştığında beni çoğu kez onunla tehdit etmiştir. “Bak, çocukla iyi geçin, yoksa sana Canım Annem kolonyası alırım.” Neyse ki henüz başımıza böyle bir felaket gelmedi.

Ya ben anneme ne alırdım acaba? Hiç hatırlamıyorum, belki de bir şey almazdım. Belki çiçek miçek götürürdüm. Kitap falan da alınmaz ki, çok okuyan kadındı, beğendiyse kendi almıştır zaten. Ama bizim çocukluğumuzda, ilkgençliğimizde bu âdet böyle dal-budak sarmamıştı. “Anneme ne alsam yarabbi?” diye günler öncesinden düşünüp alışveriş merkezlerini aşındırmak da mümkün değildi, çünkü alışveriş merkezi diye bir şey yoktu. Sanırım annem sağ iken, bir tek Galleria açıktı. Oraya da birlikte gitmiştik, yeni şeyleri merak ederdi.

O genç yaşta vefat ettikten sonra yıllar boyu Anneler Günü’nde, bana hep kızı muamelesi etmiş olan kayınvalidemi ziyaret ettim. Hediye meselesi o zaman da böyle baskın bir hal almamıştı. Onun vefatından sonra kendimi gerçek anlamda öksüz hissettim. Hele Anneler Günü’nde gidecek annem kalmadığını kavradığım o ilk yıl… Ortadan bir şey yazayım dedim ama baktım da gene annem hakkında bir şeyler yazmışım.

Halbuki, ben bu olaya iki yönden bakıyorum: hem annesini ziyaret eden çocuk, hem kızının ve oğlunun ziyaret ettiği (daha doğrusu, birlikte kahvaltı ettiği) anne olarak. Hediye meselesi ise insaflarına kalmış. Bana sorarlarsa her seferinde “Komik bir şey al,” dediğim için artık bıktılar, sormuyorlar bile. Neyse ki cömert çocuklardır. Elif geçenlende bana olan hediye borçlarını biriktirip araba almaktan söz ediyordu. Nasip!

Yani ben, anne-kız ilişkisinin (ki, pek merak edilen bir ilişkidir) her iki yanına da vakıfım. Ancak, anne olarak da, kız olarak da normlara uymayı beceremediğimi itiraf etmek zorundayım. Belki de uymaya pek çalışmamışımdır. Genelde bu gibi resmi sayılacak durumlarda, ilişkilerde, benden beklenenleri yapmakta isteksizlik gösteririm.

Belki de “anne-kız ilişkisi” deyince doğan o merak, o beklentiler beni daraltıyordur. Yıllar önce yazdığım bir yazıda şöyle demişim:

“Anne-kız ilişkisi, anne-çocuk ilişkisinin belki de bir ileri adımı olarak görüldüğü için (aynı cinsiyete mensup olma, halden anlama, vesaire), hep mukaddes bir ilişki sayılmıştır. Oysa annelerle kızların, özellikle o kızlar ergenlik çağındayken, kedi-köpek gibi atıştığı cümlenin malûmudur. Frenkler’in İngilizce konuşan cenahı buna “women in the kitchen/mutfaktaki kadınlar” şeklinde, alt dereceden bir rekabet yaftası yapıştırmış. İki cambaz bir ipte oynamaz, iki kadın aynı mutfağı paylaşmaz misali. Ne var ki, dört dörtlük ev kadını olarak yetişip mahalleden hayırlı bir kısmet bulmak yolunda bir emelleri yoksa eğer, o yaştaki kızların zaten mutfağa hakim olmak, hatta o mutfakta herhangi bir iş yapmak gibi bir arzuları olmadığını hatırlayacak olursak, bu deyimdeki “mutfak” lafını, bir simge olarak kabul edebiliriz. Neyse ki, ileri yaşlarda durum biraz düzeliyor. İki kadın, hem aynı mutfakta daha rahatlıkla birlikte kalabiliyorlar; hem de genç olanı artık ister istemez o mutfakta fiilen işe başlamış oluyor.”

İtiraf etmek gerekirse, ben düpedüz nankör bir evlattım. Anneme köle sürücü gözüyle bakardım (otoriter ve mükemmeliyetçi bir kadındı). Babamı daha çok severdim. Annemin de benden on yaş küçük erkek kardeşimi benden çok sevdiğine iman etmiştim. Şimdi bile, allah gecinden versin ama, hani son sözünü söyle deseler, “Oğlunu benden çok seviyordu,” derim. Annemle aramdaki tek kıskançlık olayı da bu yüzden ortaya çıkmıştır. Anneannesini çok seven kızım ise, erkek kardeşi hakkında aynı şeyi sık sık söyleyerek, bir önceki kuşağın intikamını alıyor. Bu konuda beni öyle canımdan bezdirmiştir ki, ilahi bir adalet mekanizmasının işlediğine inanıyorum.

Oysa herkes bilir ki, hele aranızda epeyce bir yaş farkı varsa ve o güne tek çocuk olarak geldiyseniz, kardeş düpedüz baş belasıdır. Kardeşine bağırma, iyi davran, eriklerinden ona da versene gibi laflardan kurtulamazdın. Halbuki o kardeşi burnumu çeke çeke, hıçkıra hıçkıra ben istemiştim. Herkresin kardeşi vardı, benim yoktu vesaire. Elif de aynı şekilde ısrarla bir kardeş talep etmişti. Aynı şekilde de o kardeşi kıskandı.

Öte yandan, çok komik bir anne olduğumu düşünüyordu ki, bu konuda annemle hiçbir benzerliğimiz olamaz. Komik bir anne olmadığı gibi, kendisine böyle bir şey söyleyenin de canına okurdu. Birkaç yıl önce Ayça Damgacı’nın bir bayram üstü reklamında oynadığı, kızına kaşıyla gözüyle talimat veren bir anne karakteri vardı. Reklamı izleyen bütün eski kız çocuklar, kendilerini anne kucağında hissetmişti, hatırlıyorum. Hele o, “Ben evde sana sorarım,” bakışı yok mu, insanın ödünü koparmak için birebir. Ayıptır söylemesi, biz eskiden dayak yerdik, hatta atardık. Ne günlermiş!

Nankör ve içten içe asi bir çocuk olarak aradan bunca yıl geçmişken bakıyorum da, hayatıma tamamen annemin değerleri, öğrettikleri hakim. İnsan da böyle tuhaf bir yaratık işte. Dışarıda yemek yedik diyelim, kalkarken iskemlemi ileri iterim. Çünkü kimse benim babamın uşağı değil. Sadece ellerimizi yıkayıp havluya bileklerimizi de sildik diye çok azar işittiğimizden, bazen neredeyse dirseklerime kadar yıkanırım. Kitapta kaldığım yeri zinhar kıvıramam, kitaba zarar veririm çünkü. Ancak okumayı çok sevmesi, benim de sevmemi sağlaması, ders çalışıyorum diye üst kata çekilip ders kitapları içinde Jules Verne okunurken yakalanınca hadimin bildirilmesini önlememişti. Kitap sevgimi ona borçluydum ama, kutsal ders saatlerinin, değil Jules Verne ya da “İki Çocuğun Devriâlemi”, Dostoyevski ile bile ihlâline rızası yoktu.

Bugünden geriye bakınca ise bütün bu azarların, öğütlerin aslında beni annemin deyişiyle “adam” ettiğini görüyorum. Anneme yıllar sonra gönüllü olarak itaat ederken, aslında farkında olsam da, olmasam da, bir kültürü ayakta tutmaya çalışıyorum: insanlara insan gibi muamele ettiğimiz, böyle muamele gördüğümüz, her şeyi doğru yapmaya çalıştığımız, haktanır bir dünyanın, bir kültürün kalıntıları bunlar. Onları korudukça, ben yaşadığım kadar annemi de yaşatırım hem. Neden olmasın?

 

, , , ,
Share
Share