Carver’ın “Tüyler” öyküsündeki yeme içme ve haz meseleleri
Raymond Carver’ın “Tüyler” öyküsü Türkçe’de Katedral isimli kitabının ilk öyküsü. Ayşe Sabuncuoğlu’nun çevirisiyle Temmuz 2014’de basılmış (Can). Ancak daha önce —2013 başı olmalı— Notos’da yayımlandı. Tam emin değilim elbette bundan. Ben tamamını kitaptan okudum, iki defa üstelik. Kitabı kaybetmiştim. Neredeyse iki yıl sonra tesadüfen buldum. Öyküyü unutmuşum diye düşünürken, tavus kuşu ile ilgili satırları okuduğumda aklıma yıldırım gibi yeniden düştü. Çocukluğum bu tuhaf kuşun vahşi bağırışları arasında geçmişti. Evimizin hemen arkasındaki Orman İdaresi’nin bahçesinde dolaşır ara da yüksek tellerden kaçıp bizim bahçemize inerlerdi. Tavus kuşları üç beş metre uçabilir ancak. Sonra konduğu yerde deli gibi bağrışırlar. Bu öyküde de gayet tuhaf bir yeri var tavus kuşunun, yeri gelince kısaca anlatacağım.
Öyküyü kuş yüzünden yeniden ilk sayfaya dönüp —üçüncü kez— okumaya başlayınca, başka bir şey daha keşfettim: Ne kadar da çok yeme ve içme bahsi geçiyordu!
Durup hepsinin altını çizmeye başladım.
Öykü hakkında çok bilgi vermek istemem, ama hiç de bahsetmezsem de bu yazıyı yazamam tabii. Kahramanımız, karısı Fran ile birlikte iş arkadaşı Bud ve karısının evine yemeğe giderler. Bud’ların küçük bir bebekleri vardır. Daha davete gitmeden gırtlakla ilgili konular öyküde yükselmeye başlar.
Dutch Muster: Bud’un bebeğin doğumunda işyerinde dağıttığı puro. Bizde şimdilerde çikolata dağıtıyorlar galiba ofislerde, ama eskiden kesinlikle lokum dağıtılırdı, hem de tahta kasada.
“Eve ne götüreceğiz” kayıntıları: Davete eli boş gitmek olmaz elbette. Kahramanın karısı Fran —bu arada bir sütçüde çalışıyor— şu sorularla yüklü; “Kırmızı şarap mı, yoksa beyaz şarap mı alsak? Ahududulu kahveli kek yapabilirim ya da küçük yuvarlak keklerden?” Gitmeden epey bir tartışıyorlar çünkü karşı taraf da tatlı yapmış olabilirmiş, mesela sütlaç ve jöle. Sonunda ev yapımı ekmekte karar veriliyor. Annem böyle durumlarda sarmadan şaşmazdı. Sarma, sarrafiye ürün gibidir. Masada varsa bile, her elin sarmasının tadı ayrıdır ve ufak bir rekabete dönüşür iş. Ekmek götürmek ise çok tuhaf. Belki şimdilerde evlerinde ekmek makinesi olanlar yapıyordur bunu, ama eskiden bildiğin mahalle fırınında yapılırdı ev ekmekleri ve misafirlikte akça pakça çarşı ekmeği yenilirdi sadece.
Ve tavus kuşu: Öyküdeki tavus kuşunun da maalesef yemek ile ilgisi var. Hayır, yemek olarak değil, o kadarını söyleyeyim okumayanlar için.
Yoldaki tatlar: Bud’ların ev yolunda mısır tarlaları var. Acaba bizim gibi tencerede haşlayıp bol tuzla koçanının yapraklarına yatırıyorlar mıdır yemeden önce. Belki de Carver’ın bahsettiği tarlalar yemlik yani silajlık mısırla dolu, ama yemekte tatlı mısırdan da bahsediliyor. Tam emin olamadım bu konuda. Bir de sıra sıra balkabakları görüyorlar yolda. Annem için balkabağı demek, börek demektir. Bu öykü Gördes’te geçseydi, biz o eve balkabaklı ve bol acılı börek götürüyor olurduk. Ayrıca Bud’un bahçesinde domates yetiştirdiği de küçük bir detay olarak veriliyor.
Masadaki tatlar: Geldik ziyaret edilen evdeki ikramlara. Sırayla yazayım. Kaliteli ve soğuk siyah bira, Old Crow (viski olmalı bu çünkü biraz su ve buz istiyor birlikte), karışık kuruyemiş, alkolsüz bira, kırmızı et sosu, fırın jambon, tatlı patates, patates püresi, lima fasulyesi, koçanlı mısır, yeşil salata, süt, raventli turta, kahve.
Öykünün sonunda yine bir sandviç yeme bahsi var.
“Tüyler” kesinlikle yeme içme üzerine bir öykü değil.
Elbette bütün bunlardan bağımsız harika bir öykü.
Belki de karnımız açken kitaplardan uzak durmalıyız, diye dördüncü kez okudum aynı sayfaları.