Çocukluğunu yitirmemiş bir adam!
Bazı yitip gidenleri ölüm ve doğum günlerinde olduğu kadar, bıraktığı sözcüklerin ağırlığı, vicdanı ve coşkusuyla nefes aldığımız günlerde de anmak gerekir. Uzattığı ipi sımsıkı tutmak, sarılmak. Size böyle bir söz insanını anlatmak istiyorum. “Şiirin anayasaya aykırı olduğunu, alışkanlıklara karşı bir yaylım ateşi olduğunu,” söyleyen bir adamı…
Cemalettin Seber, sonradan herkesin severek anacağı ismiyle Cemal Süreya. Yıllar yıllar sonra İkinci Yeni’nin sembolü olacak bir kitapla, Üvercinka’yla, herkesin karşısına çıkan Süreya. Süreyya olan soyadındaki iki y’den tekini, bir iddiada kaybeden tutku insanı.
1938 yılında, daha 7 yaşındayken, Dersim’den 32 vilayete yapılan sürgün listesinde, “Bizi kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde,” diyen Cemalettin ve ailesi de vardır. Bir yük vagonunda ailesiyle birlikte Bilecik’e sürgüne gönderilir. Annesi henüz 23 yaşındadır ve sürgünün altıncı ayında can verir. Cemal 7 yaşında toprağa verir annesini. Sonra eğitimi için İstanbul’daki amcasının yanına gider, babası ve kardeşi de peşinden… 3 yıl sonra polis kaldıkları o evi de basar, Bilecik’ten izinsiz ayrıldıkları için sürgün yerlerine geri gönderilirler. Cemal’i parasız yatılı okuluna kayıt ettirirler. Artık kendi deyimiyle, “hem sürgün, hem parasız, hem yatılıdır.”
Kürt olduğunu yıllarca saklamaya çalışmış, konu buraya uzanınca dili hep tutulup kalmış, ancak çok uzun zaman sonra çözülebilmiştir. Çözülmeden sonra her yerde “Kürt ve sürgün” olduğunu anlatmış, oğlunun nüfus kâğıdında adı “Memo“ olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünmüş ve “Kadıköy’ün Kürdü” demiştir oğluna.
Onu edebiyata getiren bir sürü neden arasından, en keskin olanın küçük yaşta yitirdiği annesi olduğunu söyler. Pek çok şiirinde bu keskin nedeni görürüz, incelikle:
Kan görüyorum taş görüyorum / bütün heykeller arasında / karabasan ılık acemi / – uykusuzluğun sütlü inciri – / kovanlara sızmıyor. / Annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni.
Çok keskin bir zekâ, idrak ve basmakalıplıktan kaçınma…
Ortaokulun ilk yılında Dostoyevski’yle tanışır Cemal. Karamazov Kardeşler romanı, üzerinde öyle bir etki bırakır ki, içindeki huzursuzluğu yazarak dışa vurmaya o zaman karar verir: “Aslında ikinci bir doğum tarihim de var benim: 1943. Dostoyevski’yi okudum, ondan sonra hiç huzur kalmadı bende. Beni edebiyata, şiire iten şeylerde tuhaf bir şekilde en çok bir romancının, Dostoyevski’nin etkisini buluyorum.”
Günlük hayatta içe kapanık Cemal’in yazdıklarındaki yaşam coşkusu ve nevi şahsına münhasır alaycılığı ilk dönem ürünlerinden itibaren Cemal’in alametifarikası oldu. Onun en iyi şiiri zekâsıydı belki de:
Şanssızım diyemem ben kendi payıma / Oluyor böyle şeyler ara sıra / Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim / Bütün çocuklar anlar da
Henüz 23 yaşındayken Yeditepe dergisinde yayımlanan “Gül” şiiri, Türk şiirinde bir kopma noktasıdır. Pek çok anlamda ondan öncesi yoktur.
Gülün tam ortasında ağlıyorum / Her akşam sokak ortasında öldükçe / Önümü arkamı bilmiyorum / Azaldığını duyup duyup karanlıkta / Beni ayakta tutan gözlerinin
O güne dek Türk şiriinde söylenmemiş, dile getirilmemiş imgelerle, ironiyi ve erotizmi temellendiren bir şiirdi “Gül”. Onu müstesna kılan pek çok imzadan yalnızca biridir bu. Yazın serüveninde hicve de çokça yer verdi, ama bunu ironi olarak aktardı, hissettirdi. Örneğin, burjuvalardan söz ederken, onları motorun çıkardığı pat pat sesine benzetti. İstanbul içinse, “İstanbul bir kent gibi değil, bir hayvan gibi. Canlı. Yağmur yağdığı zaman tüten, kokusu olan, diri bir kent. Çok karışık, hiçbir simetrik duygu barındırmayan bir kent,” dedi.
Şiir kadar vazgeçilmez bir başka tutkusu da dergicilikti. Askerlik zamanında çıkarmaya başladığı Papirüs’ü imkânsızlıklarla boğuşarak üç ayrı dönemde çıkardı. Dergiyi kapatmak zorunda kaldığında, bu durumu da kendi alaycı üslubuyla değerlendirdi: “Bir dergi gibidir benim yaşamım; bu yüzden ben ölmem, batarım.”
Cemal Süreya, şiirde devrim yaratan bir üslubun ve anlayışın sembolüydü. Ama edebiyata ilgisi şiirle ve dergiyle sınırlı kalmadı. Fransızcadan yaptığı çevirileri, deneme ve eleştiri yazıları ilgiyle takip edilen bir ustaydı. Şiir ve reel politika üzerine yazdıklarına Şapkam Dolu Çiçekle adlı kitabında yer verdi.
Çocukluktan itibaren tutkunun, şiddetin, gönüllü ya da gönülsüz sürgünlüğün gölgesinde yaşadı. Durdurak bilmeyen keşif mücadelesini “şefkât arıyorum” diyerek aktardı; aşk ve şiirle beslenerek yaşadı. Güvenli bir liman arayışı, hayatı boyunca sürdü.
Her koşulda gülümsemekten vazgeçmeyen, her adresin tutkuya ve aşka çıktığı şiirden bir evren bıraktı geride. 6 yaşından itibaren acı biriktirdi, ama hiçbir zaman insanlara, ülkesine ve dünyaya sırtını dönmedi, küsmedi, kaçmadı. Şair dünyaya son kez baktığında takvimler 9 Ocak 1990 tarihini gösteriyordu.
Aklımdan çıkmayan en özel cümlesidir: Çocukluğunu yitirmemiş bir adamım!