Çok korkun, çok!
Korkunç kostümleriyle Cadılar Günü’nü geride bıraktık gerçi, ama gene de iş işten geçmiş sayılmaz. Çünkü bu korku günü, daha doğrusu gecesi, her tür medyayı harekete geçirdi. Haliyle, en çok da filmlerden söz edildi. Korku filmlerinden… İçlerinde klasik olanları da var, The Blair Witch Project gibi neo-klasikleri de. Ben bütün dönemlere yetişmesem de o filmlerin en eskilerinin bile, video kasetlerini (Beta ve VHS olarak) ve CD’lerini izlemişimdir. Doğrusu, hepsinin onlardan korkan, kendine özgü bir seyirci kitlesi vardır.
Beni de çok korkutan filmler olmuştur. Ama en küçük yaştan hatırladığım korku filmi, bir Boris Karloff filmi olan Black Castle / Kara Şato. Gerçi Karloff burada tam anlamıyla kötü adam sayılmaz. Daha çok, İngiliz kahramana yardımcı oluyor. Kötü adamın dilsiz yardımcısı ise, iri-yarı Lon Chaney Jr. Düşmanlarını, şatonun içlerindeki bir salonda bulunan timsahlı havuza sürüklüyorlar. Bilmem, Boris Karloff’u tanıyor musunuz? Boris Karloff meslektaşları ve türün yıldızları Lon Chaney (az yukarıdaki dilsiz yardımcısının babası olur), Bela Lugosi, Peter Cushing ve Vincent Price’la birlikte eskiden korku filmi denince akla gelen birkaç isimden biriydi. Bir de Sir Christopher Lee, elbette. Ancak, onu iyi tanırsınız. Geçen yıl 93 yaşında ölen aktör, Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi’nin ve Hobbit‘lerin Saruman’ıydı ne de olsa.
İlk korku filminin, 1920 yapımı sessiz Das Cabinet des Dr. Caligari (Robert Wiene) olduğu söylenir. Korkunç olsa gerek, sürprizler insanı sevindirdiği gibi korkutabilir de. Her şeyin ilki de bir sürprizdir. Arada, uykularımızı kaçıran Frankenstein (1931, James Whale) ile Dracula (gene 1931, Tod Browning) geldi geçti. Özgün filmleri kastediyorum. Filmlerin, özellikle korku filmlerinin genelde ilk versiyonları daha iyidir. Ama bence bu dönemin en mahvedici korku filmi, ikisinden neredeyse on yıl önce çekilmiş Nosferatu‘dur (1922, F.W. Murnau). Oyuncusu Max Schreck’in gerçekte vampir olduğu yolundaki şehir efsanesinin de buna katkısı olmuştur belki.
1960’ların sonu, The Night of the Living Dead ile hatırlanır belki. Ben ise, o yılları daha çok Roman Polanski’nin filmi Rosemary’s Baby (1968) ile hatırlarım. 70’lerde ise The Exorcist, The Texas Chainsaw Massacre, Carrie ve Halloween gibi unutulmaz korku filmleri vardı. Aslında bu tür açısından pek de parlak bir dönem olmayan 1980’lerden benim unutamadığım bir film ise, korku ustası Wes Craven’ın en iyi yapımlarından Nightmare on Elm Street / Elm Sokağı’nda Kâbus ile rüyalarıma giren kahramanı Freddy Krueger, yani Robert Englund oldu. Aşağı yukarı Kara Şato’nun timsahları kadar korkunç gelir bana. Bir de, David Cronenberg’in ”The Fly / Sinek”i: “Korkun! Çok korkun!”
1990’lı yılları, yukarıda bahsi geçen psikolojik korku filmi The Blair Witch Project (Daniel Myrick ve Eduardo Sánchez, 1999) ile kapattık ve korku filmlerinin ille de renkli, özel efektli, yüksek maliyetle olması gerekmediği anlaşıldı. Siyah-beyaz Blair Witch buna karşılık bütün dünyada 248 milyon dolarlık gişe yaptı. Elm Sokağı’nı sarsan Wes Craven, Scream / Çığlık (1996) ile de listelere girdi. Scream’in devam filmleri ise listesiz, çünkü onun ustalığına yakışmayacak bir tekrar içindeler.
Demek, gerçekten de özgün filme sadık kalmak gerek. Belli olmuyor aslında. Çünkü Invasion of the Body Snatchers / Ceset Yiyicilerin İstilası‘nın Donald Sutherland’li ikinci versiyonu (1978) beni en fazla korkutanıdır. Zaten Philip Kaufman’ın filmi üçünün içinde korku filmi özelliklerini de en fazla taşıyanıdır. The Fly / Sinek gibi o da temelde bir bilimkurgu filmi. Zombi filmlerinin hası ise, yukarıda sözü geçen The Night of the Living Dead / Yaşayan Ölülerin Gecesi’dir. Bütün listelerde yer almış ve yönetmeni George E. Romero’yu zombilerin ağababası olarak sinema tarihine geçirmiştir. Ne var ki, 2002’de Danny Boyle’un yönettiği 28 Days Later / 28 Gün Sonra‘yı da yeni devir zombi filmi olarak 10 filmlik listelerde bile bulmak mümkün.
Baktığım listelerde başka neler var? Nicolas Roeg imzalı 1973 yapımı Don’t Look Now / Karanlığın Gölgesi, örneğin. Usta yönetmeni ve iyi oyuncularıyla (Donald Sutherland, Julie Christie), kaliteli bir filmin de insanı korkutabileceğini kanıtlar. Eskilerden, banyo sahnesiyle Janet Leigh’den bir star yaratan ve Anthony Perkins’i hep benzer rollere mahkum kılan Psycho / Sapık (Alfred Hitchcock, 1960); nispeten yenilerden ise Jonathan Demme’nin, yamyam doktoruyla pek çok ‘tekrar’a yol açan filmi Silence of the Lambs / Kuzuların Sessizliği. Anthony Hopkins’in performansını da unutmuyoruz. Stephen King beğensin beğenmesin, onun kitabından Stanley Kubrick’in uyarlayıp başrolünü Jack Nicholson’ın oynadığı The Shining / Cinnet de (1980) da bu listenin vazgeçilmezlerinden.
Ama hayatta beni en korkutan film, belki de Takashi Miike’den farklı türde bir film beklediğim için, Audition / Ölüm Provası’dır. Sanırım altyazısını çevirme bahtsızlığına da uğramıştım. Onun için yarısında kaçamadım. Öte yandan, yarısında kaçıp çeviriyi Kutlukhan’a da bırakmış olabilirim. Zalimi ile kurbanı hiç beklenmedik anda ve şekilde yer değiştiren filmin ‘intikam’ bölümü, bence gerçekten tahammül edilmezdi. Ondan sonra (aslında sevdiğim) Miike’nin yeni filmlerini, güvendiğim birisi daha önceden izleyip garanti vermeden izleyemez oldum.
Korkun! Çok korkun! Daha Golem, Grendel, kurtadamlar ve vampirler de var! Ben gene de küçükken en çok timsahlardan korkardım. Her gece, acaba bir tanesi saklandı mı diye yatağın altına bakardım. Şimdi ise artık bakmıyorum elbette. Ya sahiden varsa?