Çok yaşayın Necati Bey!
Çocuklardan Necati Tosuner’e bir doğum günü kutlaması gönderelim dedik. Gecikmiş bir kutlama olacak ama, zaten geçen haftadan durum belli olmuştu. Aynı günde doğmuş iki sanatçı arasında tercih yapmaktansa, alfabe sırasını hakem tayin etmiştik. Ahmet Büke geçen hafta, Necati Tosuner bu hafta…
Necati Tosuner, bir soruşturmaya verdiği cevapta, öykücülük anlayışını, “Benim için, dert yanma işi olmuştur öykü anlatmak,” diye tarif etmiş. Onun yazarlığı hakkında benzer şeyler düşünenler var: Yalnızlığına âşık, kaçış içinde. Hayır, tam tersine, sorununun üstüne gidiyor, hep ondan bahsediyor. Bir rubik küpü, bizatihi bir bulmaca…
Derya Atlas’ın yıllar önce yaptığı bir söyleşide omurga bozukluğu için şöyle demiş:
“Öncesinde hep acı çekiyordum; 16 yaşına gelince vücut istediği biçimi aldı, o da kurtuldu, ben de kurtuldum. Ben artık onu değiştirme hayallerini bıraktım ve o sancılardan kurtuldum, ama bir başka sancı başladı: Kambur olmak, bunun farkına varmak. Ondan sonra ya kadere atarsın suçu, ya topluma ya da anana babana. Topluma karşı isyan gelir ama, kesin! O kızdan hoşlanırsın, o anda kötü adam olursun.”
Yazarlığa heves edişi de kendini anlatma isteğinden kaynaklanmış. Kendinden yola çıkarak anlatmayı seviyor. Bazen açık açık, bazen dokundurarak… Çırpınışlar’da “Alnımın eğri büğrü yazısı” demiş mesela. “Beni seven kamburuma katlanacak.” Gençken de onu seve seve yazdığım dönemler olmuş. “Hep kamburunu yazıyor, gibi eleştiriler aldığım olurdu. Özellikle yazmakta titizlendim de. Yani yıllarca kambur öyküsü yazdım ama biri bir diğerine benzemez. Kendimi övmek gibi olsa da söyleyebilirim.”
Yitik Ülke için yaptığı söyleşide ise Nuray Salman’a şunları diyor: “Necati Tosuner’i tanımak isteyenler, bu ilk üç kitabı –Özgürlük Masalı, Çıkmazda, Kambur– sırayla okumalıdır. Orada ‘başka’ sayılan bir çocuğun başkaldırışının büyüyen ve çoğalan adımlarını göreceklerdir. Bir yazarlığın nereden nereye geldiğini de… Dil bilincinin oluşmasını ve yazarlık yetkinliğinin gelişimini de göreceklerdir. Bu üç kitapla, yazarlık serüvenindeki ilk üç basamak çıkılacak ve o uzun merdivendeki ilk sahanlığa varılacaktır.”
Çoğu ödüllü çok sayıda kitap… Çoğu öykü kitabı… Necati Tosuner, yazmaya başladığından beri hep iyi yazar oldu. İnsan duygularını en derinden anlayan, Türkçe’yi en iyi bilen ve kullanan yazarlardandır. Reklam ajanslarında çalışırken bile aynı özeni gösterir, onun yukarı kata çıkarken yazılan metni beğenmeyip kızdığını ayak seslerinden anlayan mesai arkadaşlarını titretirmiş. Çoğumuz vaktiyle ondan azarımızı işitmişizdir. Ben en son, “an itibariyle” kullanımı yüzünden işittim. “Siz de mi, Sevin Hanım?” Necati, bilmiyorum inandın mı ama, bana vallahi komik geliyor. Tek nedeni buydu.
9. Kadıköy Kitap Günleri’nde gördüm Necati’yi. Onun imza günü olduğunu bilmiyordum. Birkaç kişinin arasından Günışığı Kitaplığı standında çarptı gözüme. Çok memnun oldum, boynuna sarıldım. O gün gene Günışığı Kitaplığı yazarı Necati Güngör de okur olarak Haydarpaşa Garı’na gelmişti. İkisi, Babıâli’deki ilk dönemimden beri kıymetli arkadaşlarımdır.
Bir bölüm alıntılamak istiyorum, bir şeyin eksik kaldığı anların hikâyesini yazdığı “Çılgınsı”dan. Lalettayin bir bölüm, çünkü hepsi aynı derecede özenle yazılmıştır, şiirden farksızdır. Tekrarları, tekrarların aralıkları bile bir şey anlatır. Herhalde diyorum, bu sayfaların bazıları yırtılıp atılan kardeş sayfaları gördükçe çok titremiştir vaktiyle. Necati Tosuner, yırtmaktan çekinmez.
Seni bulmuş olmak beni korkunç sevindiriyor. İçimden kervanlar geçiyor. Marşandizler geçiyor. Bir demet kır çiçeği geçiyor. Bir martı kanat açıyor, –mevzun. Süzgün bir sandal geçiyor içimden. Saçları kurdeleli bir kız çocuğu geçiyor. “Ben seni çok aradım…” demek geçiyor içimden. “Seni nasıl da buldum…” demek geçiyor. Beynime iğne batıyor seni yitirdiğimi düşününce. Sanki kanım çekiliyor, içten içe donuyorum sanki, seni niçin yitirdiğimi düşününce. Seni yitirmiş olmak.. seni bulmuş ve yitirmiş olmak geçiyor içimden.
Semih Gümüş, Notos’taki bir röportajında, “Türkçeyi son kertede kıskançlıkla koruyan bir yazar,” diye tanımladığı Tosuner’e, “Peki tam istediğiniz gibi bir dil kurduğunuzu düşünüyor musunuz?” diye sormuş.
Tosuner, “… Yazarken, kalem nereye gidiyorsa, bırak gitsin!” demiş. “Çağrışımların bizi ulaştırdığı yerden ille de hoşnut kalmamız gerekmez. Biraz kaygı duyabilirsek, orayı yeniden yazma isteği için yeterli olabilir. Hepimiz aynı sözlük ve aynı dil kurallarıyla yaşıyoruz. Yazarın dili, onun özel dilidir. Yazar olmak anlatacak bir şey taşımaktır. Yazarın onu anlatacak bir dil kurması, anlatılanı farklı kılar. Değeri, tek olmasıdır. Tek olmazsa, kalıcı olması da söz konusu değildir. Hiç değilse, ‘Nasıl söylenebilir?’ sorusuna yanıt olabilecek üç roman yazdım işte!..”
Demek ki, Tosuner bize öncelikle Türkçe’nin özenle, aşkla kullanılırsa ne güzel bir dil olduğunu öğretebilir. Ders vererek mi? Yok. Örnek olarak. ON8 şemsiyesi altındaki gençlerin sorunlarını, sevinçlerini, ilişkilerini, çatışmalarını, her şeyi severek, çabucak okutan bir dille anlatır.
Çocuğu bakkala gönderirsin, bakkal ekmeğin bayatını verir çocuğa. Çocuk da ekmeğe bakınca, “Bu ekmek kötü,” der. Bakkal sinirlenir: “Ekmeğe kötü denir mi ulan!”
“Çocuğu adam yerine koyan bir çocuk edebiyatından yanayım ben. Çocuğun babası ne kadar önemliyse, annesi ne kadar önemliyse, çocuk da o kadar önemli. Onlara veremiyorsan bayat ekmeği, çocuğa da verme.”
Çocuk ve genç kitaplığımdan hemen onun Günışığı Kitaplığı’ndaki kitaplarından üç tanesini buldum: Arda’nın Derdi Ne? (o Arda değil), Dur Bakalım Petek ve Kitabın Adı. Arda ile Aygül, Petek ile Burak ve Ece ile Caner(ik). Dili de, karakterleri de pırıl pırıl kitaplar. Örnek diyebileceğim anne babalar, ki bilirsiniz, az şey değildir. Bir de, dedeler: Caner’in dedesi, ama ille de Arda’nın dedesi Eşref Bey.
Tosuner, Halil Türkden ile yaptığı söyleşide (Radikal), “Çocuklara yazarken kalemin ucu nasıl değişiyor?” sorusuna, “Necati Tosuner’in kitaplarında çocuğa ve yetişkine yazmak arasında pek fark yok,” diye cevap vermiş. “Bir terzinin yetişkine ve çocuğa pantolon dikerken aynı işçilikle yapması, sadece ölçüleri değiştirmesi gibi. Karakterler de dahil olmak üzere çocuğa olan yaklaşımım yetişkinden farklı değil.”
Ama çocuklar ve gençler de hep bunu istemez mi zaten? Büyük muamelesi görmeyi, büyük yerine konmayı, ciddiye alınmayı?
“Neredeyse kırk yıl önce yazdığım Keleş Osman’da olduğu gibi, şu son dönemde yazılmış Arda’nın Derdi Ne?, Dur Bakalım Petek ve Kitabın Adı adlı yeni romanlarımda da —dil ve yaklaşım olarak— sanki büyüklere yazıyormuş gibi, çocuğu adam yerine koyan bir özen gösterdim. Onları yazmış olmaktan hoşnutum.” (İda İz söyleşisi, Cumhuriyet)
Biz de hoşnutuz, Necati Bey, bizler için hep yazın.