Derken…
Derken Öfke Elden Ele… (1)
Derken Öfke Elden Ele… (2)
Eski ve bakımsız mutfakta, az önce kocası tarafından azarlanmış kadının nabzındaydım şimdi. Oğlan neşeli çığlıklar atıyordu. Annenin dikkatiyse ocaktaki çorbadaydı. Kepçenin dönerken oluşturduğu girdaba dalıp gitmişti. Aklı başka yerdeydi, evet, ama oğlanın sesi ton değiştirdiğinde kaşık da yön değiştiriyordu. Kocasının vızıltısı kesilmişti çoktan. Yine de kadının hali yoktu dönüp çocukla ilgilenmeye. Gülümsemek, bir sorun yokmuş gibi davranmak, bir lokma daha yedirebilmek için oyunlar icat etmek… Hepsi büyüyordu gözünde.
Yanağından bir damla yaş süzülüp çorbanın içine düştü. Kadın gözyaşılı tarhana çorbasını ocaktan aldı. Bütün gün sırtı dönük duracak değildi ya çocuğa! “Eveet… Mamamız hazıııır…” diyerek tencereyi tezgâhın üzerine koydu. Yüzünde kederden iz kalmadığından emin olduğunda döndü oğluna:
“Aman da Mertcan’ım, aslan oğlum, arabalarıyla mı oynuyormuş, ınnn ınnnnn….” diyerek mama sandalyesinin üzerindeki oyuncak arabayı alıp havalandırdı. Mertcan deminki kahkahalardan bir tane daha patlattı. “Abara! Abara!” diyerek kollarını havaya kaldırdı.
“Aaaa… ama sandalyeden inmek yok,” dedi anne, “önce çorbamızı içiyoruz, sonra oynuyoruz, anlaşıldı mı paşam?”
Mertcan, bu kez mama sandalyesini araba yapıp olmayan direksiyonu döndürmeye başladı. Innn ınnn ınn…
Kadın derin bir soluk aldı. Kalp atışları hâlâ bozuktu. Kendini baskı altında hisseden insanlarda sıklıkla rastladığım bir durumdu bu ritim bozukluğu. Çorbayı ılınması için pencerenin önüne iteledi. Telefonun ekranından saate baktı. Daha 4 bile olmamıştı. “Bir gün de kahveyi atla, dosdoğru evine gel be adam!” diye geçirdi içinden. “Hasta işte çocuk, biliyorsun.” Şeytan diyordu ki al çocuğu dön ananın evine. Tabii şeytana sormak gerekirdi; anasının evindeki o babayı n’apacaktı? Sıkılı dişlerinin arasından tısladı oğlana duyurmadan: “Haahh! Kırk katır mı kırk satır mı?”
Bu arada, oğlan arabadan sıkılmış, çoktan yeni bir oyuna geçmişti. “Dünyadan haberi olmamak” böyle anlardan birinde türetilmiş olsa gerekti. Döndü, ılınmasını hızlandırmak üzere çorbayı karıştırmaya başladı.
“Aman da acıkmış mı benim paşam?” Sesindeki neşe, yama gibiydi işte. Oğlan, anasının her cümlesine ya bir çığlık ya da bir kahkahayla yanıt veriyordu. “Annesi oğluna en sevdiği çorbadan mı yapmış, kuzum çorbasını içince hemencecik iyileşecek miymiş?” Ellerini çırpan oğlan, annesinin her dediğini anlıyor gibiydi. Hap kadardı ama anlıyordu işte.
“Sen onlar gibi olmayacaksın benim Mert oğlum!” dedi kadın kaşığı uzatırken. Oğluyla gizlisi saklısı kalmasın istemişti belki. Her kaşıkta çorbayı üflüyor, öyle veriyordu oğlana. Her kaşıkta yeni bir cümle içiriyordu sanki. Üfleye üfleye öğretiyordu. “Nazik olacak benim oğlum, güleç olacak, iyi kalpli, düşünceli olacak…” diyordu.
Gözü mutfak penceresinin pervazındaki kavanoza ilişti. Kocasının bıraktığı para yetmiyordu ki ilaca. Yetecek olsa neden istesindi ki ondan? İstemezdi. Her işini kendi hallederdi o. Kocası içindeymiş gibi ters ters baktı telefona. O sırada oğlan bir kahkaha daha parlattı. Kadının öfkesi dışarı uğrayamadan sönüp gitti göğsünde. Gülümsedi oğluna. “Benim yakışıklım bi kaşık daha mı istiyormuş?” derken gözlerine yaşlar birikti. Gülmekten gözü yaşardı derler hani, öyle değil.
Kadın neredeyse oracıkta döküverecekti içini oğluna. Bana sorarsanız tam zamanında çaldı zil. Kaseyi el çabukluğuyla bırakıp tezgâha, koştu açtı kapıyı.
Kapıda, kolları karanfille dolu biri duruyordu. Kırmızı karanfiller gizliyordu yüzünü kapıdakinin. Bir an, kocasının kendini affettirmek için paraya kıymış olabileceği geldi aklıma. Fakat kadın en ufak bir şaşkınlık göstermeden buyur etti geleni.
“Gel Feride Abla gel, ayyy ne çokmuş bunlar be!”
“Yok Zehram yok, bir başına demetlenecek gibi değil dedim ya anam. Yoksa ekşir miydim çocuklu kadının başına?”
Güç bela oturma odasının ortasına yürüdü. Zehra’nın önceden serdiği, rengi solmuş çarşaf eskisinin üzerine bıraktı karanfilleri. Feride Abla’nın esmer yanaklarını, kına kızılı saçlarını, tülbentini, kara gözlerini görebildik nihayet.
“Al bakalım!” dedi kadın elindeki poşeti Zehra’ya uzatırken.
“Bu ne Feride Abla?” dedi içinde ne olduğu belli poşete bakarak.
“Eczaneye uğradım,” dedi Feride, “Oğlanın ilacı yok demedin mi?”
Zehra teşekküre davranamadan oğlanın bağırışları duyuldu.
“Geldim, geldim oğlum, geldim kınalı kuzum,” diyerek koştu mutfağa Zehra.
Mert’in yüzü karışmıştı. Ağlamakla gülmek arasındaki o ince çizgiden bakıyordu annesine. Ana oğulun birbirine ne kadar benzediğini fark ettim o an.
“Aaa ağlamak yok ama… Bil bakalım kim geldiii, Feride Teyzen geldi bitanem,” dedi oğlunu kucaklarken. Mama sandalyesinden kurtulan Mert’in keyfi yerine geliverdi. Zehra bunu fırsat bilip sesinde abartılı bir sevinçle: “Yaaa şimdi birlikte güzel oyunlar oynayacağız biz oğlumla, karanfil oynayacağız Feride Teyze’siyle…”
Feride ise karanfil oyununa koyulmuştu çoktan. Çarşafa serilmiş tepeleme karanfilin önüne çökmüş demetlemeye başlamıştı çiçekleri. Zehra, oğlanı Feride Teyze’sinin yanına oturttu, kendisi de öte tarafa…
Oğlan atılıp bir karanfil aldı, onu Feride Teyze’sine uzattı. Feride, Mert’in verdiği karanfili Zehra’ya uzattı. Zehra kucağında tamamlanmak üzere olan destenin arasına kattı karanfili. Bir tane daha, bir tane daha, bir daha derken birikti desteler.
Birçok desteden sonra “Yarın,” dedi Zehra, “biz de seninle gelsek Feride Abla?
Mert’in ateşi düşerse yani. Bir tezgâh da biz açalım mı yanına?”
Çoktandır bu soruyu beklermiş gibi gülümsedi Feride Abla.
Oğlanın kahkahası yankılandı salonun duvarlarında çıngırak gibi.
Duvarın içinden geçip dışarı çıktım. Yağmur sonrası toprak kokusu vardı havada. İçime çektim kokuyu. Artık dönebilirdim meydana. İçim rahattı, çıngırak seslerini duyabiliyordum hâlâ.