Kör adamın kahvaltısı
Meğer savaş tanrısı Ares ile akıl tanrıçası Athena’nın biricik oğullarıymış Melancholius. Ne ki, öyle nemrut, öyle mutsuz bir çocukmuş ki, hani bütün bir arz yuvarlağını top edip de versen ayağına, yine de bir dem tebessüme varmazmış dudakları…
Melankoli ve Kolonya Şişesi…
-Didem Madak
Güneş, gün kızılı eteklerini göğün üzerinden çektiği ve gece, kara yaldızlı bayrağını usulca dalgalandırdığı vakit uykusundan uyanırmış kör adam. Zamanın dar havsalasından sıyrılıp, pencerenin yanına gelir ve uzun uzun dışarıyı seyredermiş. Hiç görmediği sokakları, köşeleri, denizleri ve insanları seyretmeyi severmiş en çok da. Hayaline tapındığı bir kentin puslu sureti en karanlık kıyılarına çarpıp çarpıp geri dönerken Kör Adam, sadece hüzünle karışık bir huzurla gülümsermiş olduğu yerde. Harabesine boyun eğmiş bir gömü misali sessizce dinlermiş sokakları, köşeleri, denizleri ve insanları.
Nasıl olduğunu soranlara, hiç tereddüt etmeden, ferah fahur bir edayla hep aynı yanıtı verirmiş; “Şu koca âlemde, bir yıldız böceğinden hallice…” Sonra da, kader tarlası dört bir köşesinden binlerce diken sunarken zamana, Kör Adam elindeki somunu suyla ıslayıp yermiş bir başına. Çünkü Kör Adam’ın tek öğünü, gece geç vakitlerde yaptığı bu hüzzam kahvaltıdan ibaretmiş her nasılsa. Hayır, hayır. Fakirlikten değil bu. Herkes bilir zira, gözleri görmeyen bir insan, gözleri gören bir insandan daha zengindir her zaman. Görmek tembelleştiriyor işi, görmek alışmak ya bir yerde; alıştıkça hayalleri de küçülüyor insanın. Oysa Kör Adam’ın hayalleri rafyalıymış misal, iri gövdeli ve uzun yapraklı birer Afrika palmiyesi sanki. Sahralardan yükselen bir bulut gibi uzanırmış sonsuzluğa. Hani, bir şekilde yalnızlığıyla mutluymuş da. Her kahvaltı sofrasında huzur mabedini usul usul tavafa koyulurmuş Kör Adam, elinde kupkuru bir somun ve yanında bir tas suyla.
Picasso’nun mavi dönemini bilirsiniz belki, mavi ve hüzünlü resimlerini bir yerlerde görmüş ya da işitmiş olabilirsiniz. Yüksek tavanlı odalarda, mavi giysiler içinde tek başına oturmuş, hayal meyal bakışlarla süzüm süzüm süzülen bir yığın dostu vardır Picasso’nun. Hep düşüncelidir o dostlar, hep yalnız, hep hüzünlü. Bakışları sabittir mutlaka, nereye baktıklarını kestirebilmek güçtür. Öyle ki, kendileri bile habersizdirler nereye baktıklarından ve hatta nerede olduklarından. Düşler içinde, zamandan ve mekândan soyutlanmış melankoliklerdir onlar. Arada durmayı severler en çok. Bir kitapta okumuştum, “Melankolik insanlar yaşamın çift zenginliğine sahiptirler,” diyordu yazar Dörthe Binkert. “Çünkü melankoli, her şeye açık oluş anıdır. Yaşam mı, ölüm mü; düalist ve depresif bir sorudur zira. Hem yaşam, hem ölüm ise melankolik bir yanıt…”
Peki melankolik olma hali nedir gerçekte? Apansız, nasıl da düşüveririz o dipsiz Picasso maviliklerine? Haşlanmış fasulye tadında, bir iç yıkım sezgisiyle oturmuş Kayahan’ın “Melankoli”sini dinlediğimiz geceler mesela, kesinlikle hüzünlü ve mavidir. Şarkının sözleri arasında eriyip gider saatler. Kimi zaman da boyundan büyük, okkasından ağırdır melankolinin verdiği haz. Hani insanı yaratıcı olmaya iter falan… Zapturapt altına alınamaz bir hüznün beraberinde gelen o tuhaf, anlaşılmaz zevkle bile isteye gömeriz kendimizi uçsuz bucaksız katran karası maviliklere. İyi de gelir bazen. İnsan simasına yakışır çünkü melankoli ve hüzün.
Bu melankoli denen şey de nereden ve nasıl çıkmış, diye soracak olursanız şayet, yanıt yine Antik Yunan insanının hayal deryasında gizli. Meğer savaş tanrısı Ares ile akıl tanrıçası Athena’nın biricik oğullarıymış Melancholius. Ne ki, öyle nemrut, öyle mutsuz bir çocukmuş ki, hani bütün bir arz yuvarlağını top edip de versen ayağına, yine de bir dem tebessüme varmazmış dudakları. Yontulmuş bir tahta kadar donuk ve hissizmiş çehresi. Kader bile önünde üç mızrak boyu bel bükermiş de bana mısın demezmiş bu mutsuz, huzursuz oğlancık. Gel zaman, git zaman, Olimpos dağının eteklerinde yaşayan ölümlü ademoğulları da yavaş yavaş keşfetmeye başlamışlar adına “mutsuzluk” denen o şeyi. Tarlalar ekin vermedi miydi, “Depresyondayım ben,” deyip köşelerine çekilir, Melancholius’a mumlar yakar ve kahvaltılık çikolatadan hallice kakao ağaçlarına dadanıp, tırtık tırtık tohum yemeye koyulurlarmış. Günbegün Yunanistan topraklarında mebzul[1] miktarda “melankolik” birikmeye başlamış. Değil mi ki insanların birbirlerine karşılıklı bulaştırdıkları en kuvvetli ve kalıcı duygudur mutsuzluk. Ol sebepten bir vakit sonra dünyanın her bir köşesinde gözleri nedametle mavilenen insanlar türemiş. Hüzün ve melankoli palazlandıkça palazlanmış, serpilmiş, büyümüş ve hava gibi, toprak gibi, katman katman, üst üste eklenerek günümüze kadar gelmiş.
Picasso da üşenmemiş, Melancholius’un o nemrut yüzü suyu hürmetine oturup bir yığın mavi, bir yığın hüzünlü ve bir yığın melankolik resim yapmış. Yücelttikçe yüceltmiş sonra. Sıkıntıları, kederleri, kasvetleri… Her gün özenle sulayıp beslemiş huzursuzluk filizlerini. Fakat ne derler bilirsiniz, “Madem ki hayat boyunduruğundasın, sıkılacaksın, üzüleceksin. Bu dünya bir köle hırsızıdır çünkü. Dikkat et, benliğini çalmasın…”
Doğruya doğru. Bu toprak evin havası böyledir ne de olsa. Bazen arı, bazen bal… Hem şu arz dükkânında bir tek iplik var mıdır ki, ona takılı bir iğne bulunmasın… Fırtınalar, toprağın vekilharcıdır. Canından bir parça koparır koparmasına fakat götürüp öbürü üzerine ekler. Harap bir çamurun bitiminde, incecik bir ırmak süzülür kimi zaman. Ne ki, herkes bilmez bunu. Tanrı Melancholius bilmez misal. Picasso da bilmez belki. Ama Kör Adam bilir. Muhakkak bilir o.
Bahar yorgunluğuna tutulan ve melankoliye yoldaş duygular içinde depreşip duran herkese selam ederim.
Melankoli güzeldir.
Öyle ki, kimi zaman cismin, canla olan bağını kuvvetlendirir.
Güzel bir aşinalıktır yani…
Bir nevi ruhun vaka-ı adiyesidir[2] kendisi. Tadını çıkarmak lazım!
—
[1] mebzul: Bol, çok.
[2] vaka-ı adiye: Sıradan olay.
—