Bir küçük hayal tiryakisi, yasemin çiçekleri
Hep bir ağızdan, “Aşk,” diye haykırır insanoğlu. Fakat Puccini yanıt vermez. Oyun susar bir anda, müzik durur ve kısa bir sessizlik olur. Nice sonra nereden geldiği belli olmayan incecik, yaralı bir ses duyulur…
Çağlar öncesinden kalma bir hikâye biliyorum.
Bu hikâyeye göre çok, çok eskiden Hint bir prenses, Güneş Tanrısı Surya-Deva’ya umutsuzca âşık olmuş. Köpüren bir deniz misali gün geçtikçe kabarıp dalgalanıyormuş sevdası. Sonra bir gün, bir kuş telaşında dillendirivermiş aşkını. Yaban bir tebessümle bakmış prensesin yüzüne ulu Güneş Tanrısı Surya-Deva. “Olmaz,” demiş. “Ben bal, sen sirke… Ne yapsak gene de denk olamayız birbirimize.”
Aşkından deli divane, harap olan prenses oracıkta kıyıvermiş canına. Narin bedeni yakılarak, külleri yeryüzünün bambaşka diyarlarına doğru savrulmuş. Küllerinin dokunduğu her toprak parçasından bir tutam yasemin çiçeği filizlenmiş. Prensesin küllerinden döllenen tüm yasemin çiçekleri, gündüz açmayı reddederek sadece gece boyunca, ta ki şafak sökene dek koku verir, sonra da hüzünle sönerlermiş. Ne ki, bir zaman sonra Hintler bu çiçeğe “İlahi Umut” adını vermişler. Aşk kadar azametli ve umut kadar lahuti[1] olduğu için…
Seneler evvel, aklımda bu hikâye, ünlü İtalyan besteci Puccini’nin operası Turandot’u izlerken, “Yasemin Çiçekleri” (Mo Li Hua) adlı Çin halk şarkısına denk gelmiştim. “Yasemin, unutulmaz aşkların gerçeğidir,” der Puccini bu operada ve hemen sonra da insanoğluna üç küçük bilmece yöneltir:
Sadece geceleri ortaya çıkan,
Bin bir renkte kanatlarıyla kutsal bir hayalet sanki.
İnsanların üzerinden süzülerek göğe yükselir,
Dünya var olduğundan beri herkes onu arar, ona sığınır.
Her gece yeniden doğan ve her şafakta yok olan bu şey nedir?
“Umut,” diye hep bir ağızdan haykırır insanoğlu. “Evet,” der Puccini.”Bildiniz.” Bilmecenin cevabı, umuttur.
Ateş gibi yanıp tutuşan ama ateş olmayan,
Bazen bir çılgınlık hali, bazen bir kor, bazen güç, bazen de tutkudan doğan,
Öldüğünde ya da kalbini kaybettiğinde giderek soğuyan,
Ama fetih arzusuyla yeniden alevlenen,
O sesine sarsılarak kulak verdiğin,
Güneşin batışı kadar kızıl olan şey nedir?
“Kan,” diye hep bir ağızdan haykırır insanoğlu. “Evet,” der Puccini. “Bildiniz.” Bilmecenin cevabı, kandır.
Buzdan ateş olan,
Ateşten yine buza dönüşen,
Bembeyaz ama kapkara,
Seni özgür bıraktığında tutsağı olduğun,
Tutsağı olarak kabul ettiğinde seni kral yapan o şey nedir peki?
Bu defa hep bir ağızdan, “Aşk,” diye haykırır insanoğlu. Fakat Puccini yanıt vermez. Oyun susar bir anda, müzik durur ve kısa bir sessizlik olur. Nice sonra nereden geldiği belli olmayan incecik, yaralı bir ses duyulur. “Yasemin,” diye fısıldar bu gizli sesin sahibi. “Umut, Kan ve Aşk… Yasemin, sevda acısı çekenlerin teselli çiçeği, yapraklarında yalnızlık büyüten bir hayal tiryakisi…”
Yazık ki yeryüzündeki hiçbir yasemin çiçeği, özünde sadece bir hayalden ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemez. Tıpkı aşk gibi, bütün o uçsuz umarsız sevdalılar gibi… Ve “Yasemin,” diye öğütler arif bir ozan, “Bırakın da Hayal Çiçek olduğunu büyüyünce öğrensin.”[2]
Aşk ve Yasemin;
Umut bitiği düşlerimizin tek ve en gerçek azizeleri…
Bırakalım da bir hayalden ibaret olduklarını hiçbir zaman öğrenmesinler.
Öyle ya, her birimiz bir tutam Hayal Çiçeği olsun büyütmüyor muyuz içimizde? Biri burada, biri şurada, biri bende, biri sizde, her yanda bir sürü Hayal Çiçek…
[1] İlahi.
[2] Onat Kutlar’ın Yeter ki Kararmasın… adlı kitabından.