Düş terbiyeciliğinin abecesi
Umberto Eco, Gülün Adı üzerine notlarında “İnsan, tabiatı gereği öykü anlatan bir hayvandır,” diyor. Dünyadaki diğer varlıklardan farkımızı ortaya koyma konusunda ezeli çırpınışımızda şimdiye dek böyle nice cephe açmışızdır ama içlerinde bana en ilginç, en renkli geleni bu doğrusu. Eh, herhalde tabiatım gereği. Kendimi bildim bileli öyküyle insan kafamda eş anlamlılığa o kadar yakın duruyor ki ilk okuduğumda zihnim ister istemez bu cümleyi “İnsan tabiatı gereği kendini anlatan bir hayvandır,” şeklinde tercüme etmişti. Ve itiraf etmeliyim ki ayırt edici özelliği “kendini anlatmadan duramaması” olan bir yaratık fikri bana hayli komik gelmişti. Belki kısmen doğru olduğundan.
Öyküyle insanı eş anlamlı tutmak size fazlasıyla hülyalı bir ruh hali gibi gelebilir. Güzel! Çünkü tam da hülyaların öneminden, zerafetinden ve kullanışlılığından bahsetmek istiyorum. Bir insanın bir öykü uydurup başka birilerine anlatması bana hep büyülü bir şey gibi gelmiştir. Öykü kurmayı biraz düş kurmaya, biraz rüyâ görmeye benzetiyorum çünkü… Ve bir insanı en iyi anlatan şeyin düşünceleri değil, düşleri olduğuna inanıyorum. Bence bir insanın kurduğu öyküler o insan hakkında kendisinin bile farkında olmadığı şeyleri ele veriyor, yani insanı kendisinin “bilinçli” olarak anlatabileceğinden daha iyi anlatıyor. Hatta kendimiz kurmayıp sadece anlattığımız öykülere bile farkında olmadan kendimizden bir şeyler katıyoruz: Neyi nasıl renklendirdiğimiz, neyin rengini nasıl kıstığımız, neleri üstünkörü geçip nelerin altını çizdiğimiz, en önemlisi de neleri düpedüz yanlış anladığımız, öyküyle birlikte bizi de anlatıyor aslında. Bu bakımdan öyküleri, her birimizin zihninin kendi kafasının içine kilitlenmiş olması sorununu zerafetle çözen sihirli anahtarlar olarak görmeden edemiyorum.
Genetiği değiştirilmiş anlatılar
Belki de bu yüzden öykülerin gayet “bilinçli” şekilde kirletilmesi bana gerçeklerin kirletilmesinden de beter geliyor.
Öykülerle çocukken tanışıyoruz, onlar da tanışıklığımızın bu köklü tarihinin keyfini ömrümüz boyunca sürüyorlar. En tesirli oldukları zamanlarda hikâyeler karşısında çocukluğumuzdan yadigâr, o saf ve meraklı “esas duruş”a geçiyoruz. İngiliz şair Samuel Taylor Coleridge’in hani şu meşhur tanımıyla, “inanmama hissini askıya alıyoruz”; en olmadık şeylere bile inanmaya hazır oluyoruz. Fakat misafirperverlikle açtığımız kapılardan içeri kendini ifade etmek isteyen insanların samimi öyküleri girdiği gibi, yüzümüze gülüp arkamız dönükken doğruca kasaya yönelen marifetli fırsatçılar da giriyor. Bu fırsatçılık karşısında çocuksuluğumuz “safdilliğe”, iletişim ise “yutturma”ya dönüşüyor.
Evet, her şeyden önce reklâm ve pazarlamadan ve tabii ki bunun uzantısı olarak profesyonel politikadan söz ediyorum. Amerika’da yapılan son Başkanlık seçiminden önce insanların politik figürlere yaklaşımıyla ilgili bir yazı okumuştum. Yazı, politikada “anlatılar”ın öneminden söz ediyor ve birbirimizi “argüman”la ikna ettiğimiz gibi bir yanılgıya sahip olduğumuzu; halbuki kitlelerin temelde argümanlardan değil anlatılardan etkilendiğini söylüyordu. İşte bu yüzden “para”, anlatılarla böyle yakından ilgileniyor ve işte bu yüzden bizim öykülerimizin özgürlüğü konusunda ciddi şekilde kaygılanmamız gerekiyor.
Öykülerin türlü tekniklerle, ince elenip sık dokunarak “maksimum etki”ye yol açacak bir silaha dönüştürülmesi hayatımızda derin hasara yol açıyor. Mesela en başta, bizi kolaylıkla yönlendirilebilir ve yönetilebilir hale getiriyor. Öyküler yok edilmek yerine, tıpkı reklâmların ve politikanın yaptığı gibi, arzu edilen resmi verecek şekilde başka bir ışıkta yeniden boyanıyor; kavramlar külliyyen isteğe göre “fotoşoplanıyor”. Şiirlerden kerpetenle mısralar çekilip çıkarılıyor ve o şiirlerin eksik halleriyle de “gerekli kazanımı” sunduğu ileri sürülüyor. Oysa bir öykünün, bir şiirin kazanımının ne olacağını önceden bilmek mümkün mü ki? “Öykü anlatma” işinin dili değil bu; onun tam tersi bir felsefeye sahip olan alanların; politikanın, reklâmın dili. Kitle tavlamanın dili. MSG katılarak yapay şekilde lezzetlendirilmiş hamburgerin dili. “Genetiği Değiştirilmiş Anlatı” dili. (Bu kısaltma da benden olsun: GDA!).
Kuşkunun kuşkusunun kuşkusu
Tabii bir de madalyonun öbür yüzü var. Öykülere karşı ne kadar misafirperver kalmak istersek isteyelim, böyle silahlandırılmış anlatılara karşı mecburen giderek daha kuşkucu, daha sinik hale geliyoruz. “Televizyonda gördüğüne inanma”lara, “internet gazeteciliği gazetecilik değildir”lere, sinema perdesiyle aramıza çektiğimiz ironi duvarına giderek daha sıkı tutunuyoruz. İçinde yaşadığımız enformasyon sağanağında kendimize, bu enformasyonu “alternatif” biçimlerde düzenleyen ağlar kuruyoruz.
“Uyanıklık iyidir, uyanık ol,” diyor The Matrix gibi öyküler. Fakat iş bu kadar basit mi? (Hem bir dakika yahu, bu Matriks bize “uyanık ol” diyerek dost görünüp içeri sızmaya çalışıyor olmasın?) Bu gard alma refleksi de bir süre sonra kaçınılmaz olarak başka “GDA’lı anlatılar”la besleniyor. Nihayetinde komplo da anlatı değil mi? Eh işte, birbirine yakın “alternatif anlatılar” da kendi odaklarını oluşturup dünyayı kendi görmek istedikleri biçime göre yontmaya başlıyorlar. “Uyanık ol”un, “Alternatif ol”un kendisi de “paket” bir anlatıya kıstırılıyor.
Sonuçta fikirlerle ayrılmıyoruz kutuplara: Anlatılarla ayrılıyoruz. Öykülerle. Gazetede okuduğumuz bir hikâyeye (habere) inanmadığımızda, bu refleks bile envai çeşit anlatı tarafından yoğurulmuş oluyor: Şu şu şu basmakalıp davranışta bulunan insanların (basmakalıp çünkü o kadar filmde, kitapta, oyunda gördük), şu şu şu basmakalıp insanlar tarafından şu şu şu basmakalıp temsili. Bunca “şu şu şu” kalıbı ve kuşkusuyla aslında alttan alta terbiye ediliyoruz; öykülerimiz terbiye ediliyor.
Bırak anlatıyı gitsin, dönerse senindir
Peki ne yapacağız? Anlatılarla ilişkimizi tamamen kesecek miyiz? Eco’nun insan tanımına bakılırsa, bu imkânsız görünüyor. Adını Eco’nun yakıştırmasından alan The Storytelling Animal yani “Öykü Anlatan Hayvan” kitabının yazarı Jonathan Gotschall da günümüzde giderek daha çok öyküye maruz kaldığımızı belirtip artık asıl tehlikenin öykülerin hayatımızdan kaybolması değil, hayatımızı tamamen ele geçirmesi olduğunu söylüyor. Kendimizi öykülere dönüştürmeden, öykülerin parçası olmadan yapamıyoruz besbelli.
Öte yandan, öykülerle yaşamak zorunda olmamız, “paket öyküler”le yaşamak zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. Yeni dünyada reklam, pazarlama ve politika, bize öykü alanı bırakmamak yerine, hamleleri güya bize yaptırıp, kendimizi cazip, hazır öykülere (parametrelerini onların dizayn ettiği öyküler tabii bunlar) oturacak şekilde “tasarlamamızı” sağlıyor. Bu paket anlatılarla yoğun etkileşimden dolayı da anlatılarımızın doğal, gerçek “tadı”nı yitirmeye başlamış görünüyoruz. Her şeyi öylesine kısaltmalarla, şık kestirmelerle ifade etmeye başladık ki tamamen o kestirmelerin diliyle, yani popüler anlatıların diliyle konuşuyoruz artık. Edebiyata kafa yoran bilir: Kendi dilinizi konuşamazsanız, kendi edebiyatınızı yapamazsınız. Biz de artık bir türlü kendi anlatımızı oluşturamıyoruz – oluşturmaya çalışırken bile! Özenle paketlenmiş hazır anlatılar bize dünyada olan biteni çok iyi anladığımız, duruma hakim olduğumuz hissini sunuyor belki ama… Olanı biteni çok iyi anlayan bir “külyutmaz” olmak bu kadar önemli mi? Bence değil. Bence artık her şeyden çok, anlatılarımızın özgür olması önemli (“alternatif” değil!). Her şeye bir bakışta notunu verebilecek donanımda olmaya o kadar takmasak da olur.
Pastoral Amerika‘da ne diyordu Philip Roth?
“Yaşamanın amacı insanları doğru anlamak değildir. İnsanları yanlış anlamaktır yaşamak; yanlış anlamak, sonra bir daha yanlış anlamak ve bir daha yanlış anlamak ve sonra, dikkatlice düşündükten sonra, yine yanlış anlamak. Yaşadığımızı böyle anlarız: Yanılarak. Belki de en iyisi insanları doğru ya da yanlış anlamayı unutup, yolculuğa öylesine devam etmektir.”
Birbirimizi özgürce yanlış anlayabilmeliyiz.
Görsel: Deviantart