Düşünceler gezgindir…
Hayır. Çünkü meselelerin halledileceğine inanmıyorum.
Daima öleceğiz ve öldüreceğiz.
Daima bir tehdit altında kalacağız.
Asıl büyüklük, ölüm şuuruna rağmen gösterdiğimiz cesarette…
Ahmet Hamdi Tanpınar
Les Deux Magots’da bir akşamüstü… Bir vakitler Camus, Sartre, Hemingway gibi usta kalemlerin sıkça ziyaret ettikleri St Germain des Pres burası. Bir fincan cafe au lait içmeden evlerine dönmemeyi adet edinmiş olan Parislilerin çoğu, günün bu saatinde buradalar.
Hayatlarımızın, kültürlerimizin, dillerimizin ve en çok da geleceğe dair algılarımızın hızla birbirinden ayrıldığı bir zamanda, Les Deux Magots’a gelerek bir fincan cafe au lait içmek demek –gizliden gizliye de olsa– potansiyel bir iyiliğe inanmak demek. Sadece Fransızlar için değil; kafede oturmuş kahvesini içen Yunanlar, İtalyanlar, Türkler, Tunuslular, İsrailliler ve diğer herkes için de durum böyle. Düşünceler gezgindir, yazıyor yanı başımda oturan kadının mavi-yeşil çantası üzerinde. Düşünceler gezgindir… İnsanlar da öyle… Öfke de… Sevgi de… Korku da gezgindir, nefret de… Yani ki savaş da gezgindir, tıpkı düşünceler gibi. Düşünceler kadar hızlıdır ve düşünceler kadar yırtıcı. Günün bu saatinde burada oturmuş sessiz sakin cafe au lait içen herkes iyi biliyor bunu. Bu yüzden de, az sonra kaybolup gidecek bir gökkuşağına bakar gibi bakıyorlar dünyaya. “Ne çok şey unuttuk,” diye geçiriyorlar içlerinden. “Ne çok şey unuttuk… Ve ne çok şey hatırlıyoruz hâlâ…”
Gündelik yaşamın gelgitleri yok buradaki insanlarda. Sözgelimi, yolda yürürken ayakkabısının topuğu kırıldı diye evrenin kendisine karşı bir suikasta giriştiğini zannedecek bir kadın, bu kafenin kapısından içeri dahi giremez. İnanın bana, burada oturmuş asaletle kahvesini yudumlayan bütün bu insanlar yazgılarının Sisifos’tan farklı olmadığını çoktan bilmiş, ezber etmiş insanlardır. Sisifos, hani şu ömrü boyunca bir kayayı dik bir dağın doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilen biçâre… Menzile her yaklaştığında kucağındaki kayayı yeniden aşağıya düşüren zavallı… Fakat aynı zamanda, yaşamın bundan ibaret olduğunu bilecek kadar da bilge. Mesele, buradaki insanların velev ki adına “hayat” denilen o ağır kayayı daima ama daima yuvarlamak zorunda olduklarını bilmeleri. Bunca sakin ve bunca soylu duruşları da, kendilerini Sisifos’tan ayrı görmeyişlerinden. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu kavramış olduklarından. Her şey, olmuş olan insandan her şeyi yapmasını beklediklerinden.
Nietzsche, “Venedik kenti, yüzlerce yalnızlıktan oluşur,” der. “Bu, onun tılsımıdır.” Paris’in en güzel, en hüzünlü kafelerinden biri olan Les Deux Magots da tıpkı minyatür bir Venedik kenti gibi, yüzlerce hikâyeden ve yüzlerce yalnızlıktan oluşur. Bu, onun tılsımıdır. Kıtalar ve çağlar boyu pek çok savaş görmüş geçirmiş nice millet, beraberce oturmuş kahvelerini içiyorlar bugün burada. Onca zahmet ve onca yoldan sonra, kucaklarındaki kayanın yeni baştan, aşağıya yuvarlanacağı menzile yaklaştıklarını seziyorlar hüzünle. Hayır, sezmek değil bu. Bilmek. İnanmak. Yarından emin olmak. Edgar Allen Poe’nun dediği gibi, hakikat daima bir kuyuda değildir. Kimi zaman da tam karşıdan, ufuktan geliverir ve adeta rüzgârla yarış edercesine bir süratle, yerle yeksan eder insanın umudunu, dimağını, yüreğini. Oysa her ne olursa olsun, Les Deux Magots’a gelerek bir fincan cafe au lait içmek demek –gizliden gizliye de olsa– potansiyel bir iyiliğe inanmak demek buradaki insanlar için. Kahvenin yüzeyinde biriken o ince, o verevine kaymak tabakasının anlamı, “İyi olacağız,” demektir zira. “İyi olacağız dostlar, iyi…”
Ankara ve İstanbul için ayrı, Paris ve Brüksel için ayrı, Sur için apayrı yanıyor içim. Fakat ne menem, ne inatçı şeyse şu yaşamak; elimdeki kahvenin yüzeyinde biriken bu ince, bu verevine kaymak tabakasını gördükçe, gene de ama gene de “İyi olacağız,” diye söyleniyorum kendi kendime. İyi olacağız dostlar, iyi…
Yeter ki doğusuyla batısıyla biz,
ayna olalım şimdi birbirimize.
Benim suretimde sen, senin suretinde ben…