Ellen Wittlinger’la bir sohbet…
Zor Sevgiler 2002’de kitapçı raflarında yerini aldığında, birçok göz bu kitabı muhtemelen “göremedi” bile. Aynı Harry Potter’daki Diagon Yolu’na ulaşmak için girmeniz gereken o ufacık, köhne meyhane gibi. Yoldan geçenlerin “bir şekilde” göremediği o meyhaneyle, rafların arasında yürürken gözden kaçan bu kitap arasında çok da fark yoktu aslında. İkisinde de algı, olmasını beklemediği şeyi algılayamamıştı. Çünkü Zor Sevgiler yeniydi, çok bakımdan yeniydi hem de.
Bu romanı Türkiye’de yeni yapan özellik, – her ne kadar akla ilk gelen o olsa da- Marisol’un, yani başkahramanın lezbiyen olması değildi. Yalnızca bu değildi en azından, hayır. Bu roman Türkiye’de yeniydi çünkü ülke, genç okurlar için yazılmış, “farklı” bir kurmaca edebiyat türüne aşina değildi henüz. Çünkü Ellen Wittlinger’ın Türkiye’de yayımlanan bu ilk (ve şu an için tek) romanı, aynı zamanda edebiyatın bu özel türünün ülkedeki ilk örneklerinden biriydi. İlklerden olmanın, algılarda yer bulamamanın acısını yalnızca Wittlinger yaşamadı tabii ki o dönemde; Mark O’Sullivan’ın, Walter Dean Myers’ın, David Almond’ın da durumu çok farklı değildi… Onları duyup görecek bir genç kitle değil yalnızca, gençler için kitap arayacak yetişkinler de şimdiki kadar yoktu galiba. Bugün, durum elbette daha farklı. Artık yayıncılık sektörü de, edebiyat eleştirmenleri de edebiyatın bugününü yakalamak ve gözle görüleni yok saymamak konusunda daha istekli.
“Genç edebiyat”, gençlik edebiyatı”, “genç için edebiyat” ve daha nice isim/sıfat tamlaması, masaya yatırılması, didik didik edilmesi ve yeniden düşünülmesi gereken kavramlar olarak karşımızda bugün. Ülkesi ABD’de birçok edebiyat ödülüne değer görülmüş, gençliğin “zor” ya da “zor görülen” konularını cesur, yenilikçi ve genç bir dille ele almış ve almaya devam eden; gençlik kütüphanelerinde hatırı sayılır bir deneyime sahip olan Ellen Wittlinger, 29 Eylül 2011 Perşembe günü, American Heritage Dictionary Başeditörü olan eşi David Pritchard’la yapacağı Türkiye gezisinden önce İstanbul’a uğrayıp yayıncısı Günışığı Kitaplığı’nı da ziyaret ettiğinde, onunla bu konuda sohbet edebileceğimiz için çok şanslıydık. Bize anlatabileceği çok şey vardı. Zamanımızsa oldukça kısıtlıydı. Ama o kısa ve keyifli dakikalar boyunca paylaştıklarımız bile kafamızda yeni sorular uyandırmaya yetti.
(Söyleşinin çevirisi için Olcay Mağden’e teşekkür ediyorum.)
Özellikle gençler için yazan bir yazar olarak “gençlik kitapları” ya da “gençlik edebiyatı” gibi terimlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Sanırım bu tanımlama ilk olarak kitapevlerinde başladı, çünkü kitapevleri bu kitapların çocuk kitaplarından farklı olduklarını ama henüz yetişkin kitabı da olmadıklarını göstermek istiyorlardı. İleri gençlik edebiyatı ile yetişkin edebiyatı arasındaki ince çizgide duran birçok kitap söz konusu. Bu bizim ülkemizde de tartışılan bir konu. Ne yapmak gerekir? Başka bir kategori daha mı yaratmalı? Yoksa zaten gereğinden fazla kategori mi var? Benim kitaplarımı on beş, on altı yaşlarındayken okuyan birçok kişi şimdi yirmili yaşlarındalar ve bu kitapların gerçek hedef kitlesini oluşturmasalar da, kitaplarımı okumaya devam ediyorlar çünkü beni yazar olarak seviyorlar. Belki biraz da bu kitapları nostaljik buldukları için, gençken nasıl olduklarını yad etmek için okuyorlar. Bence bu harika bir şey. Keşke gençlik edebiyatını insanlara “25 yaşındayım, bu kitapları daha fazla okumamalıyım” dedirtmeyecek şekilde tanıtmanın bir yolu olsa. Hem, çocuklar hakkında ama yetişkinler için yazılmış çok sayıda kitap var. İnsanlar bu kitapları okuyor ve çok seviyorlar; bu da daha çok, karakterin yaşına değil de kitabın yazılma tarzına bağlı bir durum. Öyle sanıyorum ki ABD’deki gençlik edebiyatı daha çok, “Ana karakter genç mi?”, “Sonu en azından umut verici mi?” –bilirsiniz işte, “mutlu” değil de “umut verici”– sorularının yanıtlarıyla tanımlanıyor. Bu anlamda yetişkinler için yazılmış kitaplar kadar karanlık olmadıklarını söyleyebiliriz.
Yani sizce bu tip bir sınıflandırma ilk olarak yazarın aklından çok kitapevlerinde başlıyor, öyle mi?
Kesinlikle. Çünkü böyle bir sınıflandırma yapmak, yani “Benim hedef kitlem kim?” ya da “Bu kitabı kim okuyacak?” diye düşünmek, yazarken oldukça zor. “Ben sadece kitabımı yazıyorum ve yayıncım gençlik kitabı mı, yetişkin kitap mı olduğuna karar veriyor,” diyen insanlar da tanıyorum. Ama ben gençlik edebiyatı alanında yazmaya başladığımda, bu yaş grubu için yazdığımı biliyordum. Aynı zamanda kütüphaneci olarak da çalıştığım için, kitaplarımın bu gruplardan birine yönlendirileceğini de öngörüyordum. Bu yüzden, evet, “ben gençlik edebiyatı yazıyorum” diyebiliyordum. Ama yine de bu konuda, yani kitabın nereye yerleşeceği konusunda en fazla söz hakkına sahip olan kişi, muhtemelen yayıncı.
Gençlik edebiyatı bazen çok fazla “sorun odaklı”, “sorun romanı” olmakla eleştiriliyor. Siz “sorun romanı” ve “gençlik edebiyatı” arasındaki bu paralellikle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Sanırım gençlik edebiyatı özellikle ilk dönemlerinde “sorun romanı”na yakındı , çünkü o dönemdeki eserler tek bir özel konuya odaklanıyorlardı ve çok katmanlı değildirler. Bu türde bir roman gördüğünüzde, kitabın, örneğin anne ve babası ayrılmış biri hakkında yazıldığını hemen söyleyebilirdiniz. Bu kitap raflarda, boşanmayla ilgili yazılmış diğer sorun odaklı romanlarla birlikte yer alıyordu. Bugün gençlik edebiyatını hâlâ böyle görenler var. Bu kitapların artık çok boyutlu bir hale geldiklerini düşünüyorum. “Boşanma” konusu kitabın karakterinin yaşadığı olaylardan biri olarak yine romanda yer alabilir. Ancak bana göre artık kitaba yön veren esas unsur karakterdir ve kitap yalnızca boşanmadan ibaret olamaz. Ebeveynler boşandığında yaşananlar, hayatınızda olup biten her şeyle ilgilidir. Eğer gerçek bir edebiyat söz konusuysa, farklı katmanları da içermek zorundadır. Gençlik edebiyatı söz konusu olduğunda, insanların “gerçekçi kurgu” kavramıyla “sorun romanları”nı birleştirmelerini çok rahatsız edici buluyorum. Artık gençlik edebiyatının çok farklı olduğunu düşünüyorum.
Kitaplarınız hiç LGBT sorunlarına odaklanan “sorun romanları” olmakla eleştirildi mi?
Evet. Aslında Zor Sevgiler’i yazarken gey bir karakter kullanmaktaki amacım, “sorunun” karakterin gey olmasından kaynaklanmadığı bir kitap yazmaktı. Karakter geydi ve romanın bir parçasıydı ama bu durum, kitap boyunca ele alınan tek şey değildi. O zamana kadar, bugün daha çok GLBT olarak adlandırılan tema daha çok “dışa açılma”yı ilgilendiriyordu. Bence bu kitaplara hâlâ ihtiyaç var. Ama hepsi de yalnızca “dışa açılmak” sorununa odaklanmamalı. Bugün lise öğrencilerinin birçoğu kim olduklarıyla, cinsiyetleriyle, cinsel kimlikleriyle son derece uzlaşmış durumdalar. Öte yandan halen bir sürü problemleri var; gençler, insanlar, hayatlarında başka şeyler de olacak, bu yüzden tek bir olayı merkez almamak gerekiyor. Ben esas bu bakıştan yola çıkıyorum ve çok sayıdaki GLBT temalı kitabım eşcinsel olmayı, benim de düşünmeyi sevdiğim şekilde, normalleştirerek ele alıyor.
Yetişkin edebiyatında dahi her zaman bir problem, yazarın ve/veya karakterin çözmesi gereken bir mesele yok mudur zaten?
Evet, tabii ki. Mücadele olmazsa roman olmaz. Mücadele edilmesi gereken bir şey olmalı.
Gençlik edebiyatındaki “kimlik arayışı”, “kendini tanımak” konularında neler söylersiniz?
Beni bu yaş grubuna yazmaya iten ve en çok ilgimi çeken şey, bu gruptaki gençlerin yaşadıkları her şeyin onlar için ilk kez yaşanıyor olması; bütün yetişkin meselelerinizden sıyrılıp bunu bir anda fark ediyorsunuz. Bununla yüzleşmek, bunu öğrenmek ve bilmek gerekiyor. Konuyu bu kadar dramatik yapan da bu. İlk kez çocukluktan bu kadar devasa bir sıçrama yapıldığını anlıyorsunuz. Bu kademeli bir geçiş de olsa, yetişkin olmak çok büyük bir sıçrama demek. İşte gençler için yazmanın bana heyecanlı ve ilgi çekici gelen yanı bu. Çocuklar için resimli kitaplar yapan arkadaşlarım var ve o yaştayken sahip olunan duygulara ait çok keskin hatıraları var. Bende bunlardan yok. Bende daha çok gençliğe ilişkin duygular ve hatıralar yer alıyor. Bence bu yazarken ihtiyacınız olan şey de bu. Gençlerin kullandığı elektronik ortamlar ya da argo sözcükler araştırma yapabilirsiniz, ama bu bilmeniz gereken esas şey değildir. Bilmeniz gereken, o yaşta olmanın nasıl bir şey olduğuna dair duygusal anılar.
“Bilmeniz gereken, o yaşta olmanın nasıl bir şey olduğuna dair duygusal anılar,” dediniz. Ama burada iki farklı genç söz konusu: Biri “hakkında” yazdığınız gençler, diğeri de “okumaları için” yazdığınız gençler. Bu durumda, sadece kendinizi genç olarak hayal etmekten başka bir şeyler daha yapmanız gerekmez mi? Siz bir kütüphanecisiniz örneğin, bu sizin için genç insanlarla iletişim kurabilmek adına yeterli oldu mu? Yoksa gençleri tanıyabilmek için ekstra bir çaba sarf ettiniz mi?
Benim bir zamanlar genç olan iki çocuğum var. Bu, o zamanlar benim için çok önemliydi. Örneğin çocuklarınızla arabada giderken, onlar bir zaman sonra sizin orda olduğunuzu, onları dinlediğinizi unuturlar; yani siz onlar için sadece bir şoför oluverirsiniz. Kendileri, arkadaşları ya da herhangi biri bir şey söylediğinde, ben de bunu kullanırım. Hatta kenara çekip, unutmamak için not almak istediğim bile olur. Bu benim için çok önemliydi. Durum şimdi biraz zorlaştı çünkü çocuklarım büyüdü ve bizle yaşamıyorlar artık. Bazen okul ziyaretleri yapıyorum. Ama alışverişe gidip çocuğunuzun yanında vakit geçirdiğinizde ya da etrafınızda gençler olduğunda, bir anda ışıltılı fikirler aklınıza geliveriyor. Sadece kulaklarınızı açmalı ve dinlemelisiniz çünkü bir kere o yaşı geçtikten sonra, ne kadar o döneme ait gerçek duygularınız olsa da, daha fazlasına ihtiyaç duyarsınız. Meydana gelen değişiklikleri ve çocuklar için şimdi neyin tam anlamıyla önemli olduğunu ancak böyle anlayabilirsiniz.
Son bir soru: Bir gençlik edebiyatı yazarı olarak, gençlik edebiyatı ve tolerans konusuna nasıl bakıyorsunuz?
İtiraf etmeliyim ki bunu hep düşünüyorum. İnsanların zihinlerini biraz olsun açmayı umuyorum. Özellikle on beş ya da on altı yaşındakiler için o kadar da rahat olmayan konularda yazdığımda. Aldığım hayran mektupları arasında en sevdiğim, eşcinsellerden korktuğunu söyleyen bir kızdan aldığım mektuptu. Marisol ile tanıştıktan sonra fikrini değiştirmiş, kitaptaki kişiyle gerçekten tanıştığını hissetmiş ve demiş ki: “Şimdi tüm insanlar temelde aynı olduklarını görüyorum, ben bunu anlamamışım, hepsi bu”. Eğer bunu bir tek insana bile düşündürtebiliyorsam, bu harika bir şey. Hiçbir zaman herkese ulaşamayacağınızı bilirsiniz. Bu yolla birkaç kişiye bile ulaşmak önemli benim için. Benzer sebeplerden dolayı gurur duyduğum bir diğer kitabım da Parrotfish. Cinsiyet değiştirmiş bir arkadaşımla birlikte yazdığım bir kitap. Aşağı yukarı bir yıl önce bir okul ziyareti yapmıştım. Okula girdim ve bir grup lise öğrencisiyle söyleşi yaptım. Okula davet edilme nedenim kitap değildi. Gerçi çocuklar okuyabilsin diye bütün kitaplar sergilenmişti, ama tabii ki çocuklar genelde siz gelmeden önce kitaplarınızı okumazlar, buna pek dikkat etmezler. Ön tarafta bir grup genç vardı, birbirlerine tıpatıp benzeyen iki kız ve bir erkek. Kardeş olduklarını düşündüm. Konuşmamın sonunda, soru-cevap kısmı başladı. Bu üçlüden erkek olanı elini kaldırdı ve “Başkasıyla birlikte hiç kitap yazdınız mı? Kimse size kitap yazarken yardım etti mi?” diye sordu. Ben de Parrotfish’i yazarken cinsiyet değiştirmiş bir arkadaşımın bana hislerini anlamam için yardım ettiğini söyledim. Genç “Parrotfish’i siz mi yazdınız? Ben transseksüelim de,” dedi. Birbirine benzeyen bu üçlü aslında üçüzmüş ve de doğuştan dişilermiş. İçlerinden biri, erkek olma sürecinin ortasındaymış. Parrotfish‘i okumamış olsa da transseksüel bir topluluğun üyesi olduğu için kitabı biliyormuş. Hayrete düşmüştü. Söyleşiden sonra kendisiyle bir saate yakın konuştuk. Gruptaki diğer çocukların çoğu onun transseksüel olduğunu biliyormuş. Öğretmenlerin çoğu onun lezbiyen olduğunu, bu yüzden görece daha maskülen giyindiğini sanıyorlamış. Söyleşiden sonra hepsi yanıma gelip “Hiçbir fikrimiz yoktu!” dediler. İşte bu, neden bu işi yaptığımı anladığım anlardan yalnızca biriydi.