Geçmiş Hikâyeler Sokağı
“hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için…”
Attila İlhan
Başlangıcından bu yana, “Düş Kazanı” başlığı altında kaç yazı kaleme aldım bilmiyorum, saymadım. Kimi zaman Antik Yunan’ın masalsı dağlarından, kimi zaman Nil’in esrarlı sularından, bazen yalınayak, bazen de yalınyürek, âlemi bir baştan bir başa dolanan seyyahların ardından, bazen Yugoslavya’nın uzak bir kasabasından öylece geçip gittim. Bir Çigan’ın dilindeki türküye dokunduğum da oldu, Bosnalı bir kız çocuğunun gözündeki yıllanmışlığa da. Masalların sonsuz boşluğunda deveran etmeyi hep sevdim. Yazılmış ve söylenmiş bütün hikâyelerin, dünyayı insanlar için daha yaşanılır ya da hiç değilse daha anlaşılır kılmaya çalışan birer savaşçı olduğuna inandım. Okuduğum her masalın sonunu –birbirlerinden ne denli uzak ve farklı olsalar dahi– Hacı Bektaş Veli’nin şu sözlerine benzetip durdum;
“Her ne ararsan kendinde ara.
Ve inan iyiliğe, inan iyilere. Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir, hatırla bunu!”
Yazmak, bir nevi azalma hâli. Okumak da öyle… Zira yazdıkça, okudukça, görüyorum ki, bu dünya sarayı, başlıbaşına bir hikâyeler kazanı. Bildiğimi sandığım her şey, aslında kişisel evrenimin içinde küçük, küçücük bir noktadan ibaret. Noktalar birleştikçe ağır ağır beliren çizgiler, ağır ağır uzayıp giderken içimde, okuduğum hikâyeler her defasında birer nokta daha konduruveriyorlar zihnime. Noktalar kümesi genişledikçe, dahası uzayıp gittikçe çizgiler; bildiklerimin azlığı da aynı hızla vuruyor yüzeye. “Daha anlatacak çok şey var,” diyorum kendi kendime. Bir panik havası esiyor kalemimin üzerinde. Daha çok nokta olsun istiyorum beynimde. Sonra bir an durup hatırlıyorum, noktanın tüm çizgilerin esrarı olduğunu…
Dünyayı mitolojik hikâyelerin gözünden anlamlandırmanın ayrı bir güzelliği var bende; başka bir deyişle, çokanlamlılığı… Çünkü “düşlerle yaşam arasında bir bağ varsa, her şey yolundadır,” diyen bir düşünürdür mitoloji. Düşler ile hakikatleri öylesine incelikle ve öylesine zarafetle teyeller ki birbirine, okudukça insanın içine işleyen umut da mitolojinin oyası olur adeta. Hani insanın içine, içinin de içine işleyen bir tarafı da vardır bazen. Bütün o eski masallar, bir bakıma sırlı bir ayna. Sularda aksini aramaksa niyetin, senin payına da bir şeyler yansımış olacak o aynaya. Yeter ki bakmasını bil, yeter ki görmesini… Bu dört heceli sözcüğün içine nelerin sığdığını, nelerin sığmayıp da taştığını ancak bu yolla öğreniyor insan. İyi bir dünyaya açılan kapının tokmağına asılmış, inançla zorlayan insanlar da var orada, tırnakla dağları kazıyan da. Bir dirhem iyilik için cihandan geçen de orada, şahane meclisine çekilip umarsızca uyuyan da… Her efsane, hakikatle düş arasında bir solukluk kasaba. Yolu düşeni içtenlikle buyur eder topraklarına. Umudu, hüznü, boşluğu ve değişen zamanları; ekmek gibi, su gibi içtenlikle pay eder önünüze. Karşılığında istediği bir şey de yoktur hani. Çünkü çıkarsızdır hikâyeler. Çünkü kelimeler; şu dünyadaki en beklentisiz, en koşulsuz şeyler…
Hâsılıkelâm, başta da söylediğim gibi, bugüne dek bu köşede kaç hikâyeye, kaç efsaneye dokundu kalemim, saymadım. Ama şundan eminim ki, her hikâye, her efsane başlı başına bir sevda bu gönülde. Ve Tevfik Fikret’in de dediği gibi, “Hoş geçen her dem-i sevda, ebediyet sayılır bir yerde.” Burası bir köşeden çok daha fazlası bende… Her defasında beni, “Geçmiş Hikâyeler Sokağı”na doğru alıp götüren sevgili “Düş Kazanı”m, içimdeki evrene küçük, küçücük noktalar kondurmaya devam ettikçe, ben de aynı heyecanla yazmaya devam edeceğim.
Okudukça azalarak, yazdıkça eksilerek;
Ama asla yetinmeyerek…
Mitolojinin sırlı aynasında bir görünüp,
bir yiterek…