Gerçeklerin kaçınılmaz ağırlığı
Üniversite birinci sınıfta verilen Politikaya Giriş dersinde, hocamızın Dersim üzerine izlettiği bir belgeselde, yanlış hatırlamıyorsam, o dönemi yaşamış bir amca, çatışmalardan kaçarken yol kenarında gördüğü, üst üste yığılıp dağ yapılmış cesetlerden ve o cesetlerin üzerine kazıkla çakılıp yerleştirilen kızıl saçlı güzel bir çocuktan söz edip, kendi dilinde “Bunu gâvur bile yapmaz bize, gâvur bile yapmaz!” diye haykırıyordu. O güne kadar Dersim’de yaşananlardan bihaber olan bizler –ki 19 yaşında insanlardık– kanımız donarak izlemiştik belgeseli.
Sağlıklı olmadığını düşündükleri için ebeveynleri tarafından kola bile içirilmeyerek büyütülen bizler, bu belgeseli sindiremedik haliyle. O yüzden de unutmaya, olmamış gibi davranmaya devam etmeye çalıştık. Çünkü Tunceli’ydi o topraklar bizim için yıllardır ve nereden bilebilirdik ki, o ismin, Dersim’de yaşayan halka yapılmış Tunç El Operasyonu’ndan çıkageldiğini? Birileri o zamanlar devletin demir yumruğunu indirmek istemişti halkın üzerine. Bilememiştik.
“Aslında Almanlar yenildiği için biz de I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş sayıldık” temalı ilk ve orta öğretim tarih derslerinin anlatımlarında yer almayan 1934 Yahudi olayları, 5-6 Eylül olayları, Dersim meselesi… unutulmuştu, galiba. Biz de nereden bilelim de hatırlatalım bunları tarih anlatıcılarına?
Bu noktadan sonra, Müge İplikçi’nin ON8’den çıkan yeni romanı “Saklambaç”ı ve benzeri eserleri okumak, bizim gibi rahat büyüyen neslin rahatının kaçması, bazı konuları göz ardı etmeye çalışan tarih anlatıcılarının da işlerine çomak sokmak anlamına geliyordu. Okuduk da…
İplikçi’nin romanı, beş-altı yaşlarındayken Dersim’de başlarına gelen travmatik bir olay sonucu ailesinden koparılan, Afyon’a getirilip bir aileye evlatlık verilen Sami’nin hayat hikâyesi üzerine kurulu. Dedesi Sami’nin hikâyesiyle büyümüş torunu Funda, Saklambaç adlı reality show’da ebecilik oynarken, bilinçle bilinçaltının birbirine girdiği bir kovalamaca içinde bulur kendini. Dedesinin anlattıkları, çocukluğu, geçmişi ve yaşadıkları, Funda için arayıp bulması ve aydınlatması gereken bir bulmacaya dönüşür. Zira dedesinin başından geçenler ona çok uzaktır ve bu uzaklık da, aynı bizim gibi “kolasız” büyüyen kuşağın anlayamayacağı türde bir uzaklıktır.
Küçük yaşta ailesiz kalmak, yolunu izini dilini bilmediğiniz topraklara götürülmek, orada bir aileye evlatlık verilmek… Ama öyle bir durumdasınızdır ki, “anne” dediğiniz insan bile sizin ne dediğinizi anlamaz.
Ama bir Tozkoparan var ki, Netekimcigillerden. Sami ve Funda gerçeğinin tam tersi. Sami ve Funda yalnızlığına karşı çok, kalabalık ve insanın üzerine çullanarak gelen büyük, homojen bir yalan yığını. Diğer yanda ise Funda’nın can arkadaşı: Juju. Annesiyle birlikte yaşayan, toplumun –ya da suçu topluma atmadan, direkt Tozkoparan ve ahalisi özelinde konuşalım– belirlediği “ahlak kuralları” bahanesiyle sürekli rahatsız edilen, taciz edilen, ama buna karşı koyacak kadar cesur, Tozkoparan ve çevresine karşı kendisini kendi silahlarıyla koruyan Juju.
Funda, dünün söylenmeyen acıları ve günümüzün kendini kaybetmiş medyası arasında gidip geledursun, ben şunları düşünürken buldum kendimi: Unutup devam etmek kolaydır. Kolaydı da. Ancak bu romanda, Müge İplikçi hepimizi sözü edilmeyen meseleleri sorgulamaya / sorgulatmaya zorluyor. Gerçeği bilmenin verdiği yükü de sırtımıza ekleyerek… Aynı Sami Dede’mizin Funda’ya / bize söylediği gibi: “Ne diyorum sana: Gerçek yorar insanı. Yalandan beslenenleri ürkütmemek lazım! Yalan, bu dünyada gerçeğin kendisinden daha hükümlüdür.” O halde, gerçeklerin yarattığı yükün üstesinden gelmek dileğiyle. Zira, bu yükü taşımak artık kaçınılmaz.
(Müge İplikçi’nin, Vatan gazetesinde yayımlanan “Fuar Notlarım“da alıntıladığı yazıdır.)
Görsel: Schindler’s List