Gider gelirdi trenler…
Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa,
bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir…
Gider gelirdi…
Cengiz Aytmatov
Bir zamanlar, büyüdüğüm evin hemen arkasından geçip giden bir demiryolu vardı. Bizim orada hiç kimse, “demiryolu” demezdi ona; adı, tren yoluydu. Günlük yollarımızın iki adım ötesinde, sanki bizleri çok çok uzaklara götürmeyi sabırsızlıkla bekleyen bir başka yoldu o. Her gece saat tam on ikide, dizi dizi vagonlarıyla su gibi süzülüp giden kırmızı mavi treni hâlâ anımsarım. Hani, aynı yıldız tekrar parlar ya gökte ve rastlar ya aynı göze yeniden; işte, o yıldız gibiydi kırmızı mavi tren. Her gece aynı saatte parlar ve sönerdi. Pencerelerinden sızan solgun ve kirli ışıklar, adeta insanoğlunun yalıtılmış yalnızlığının yansımasıydı dünyaya. İnsanın kendisinden boşalttıklarıydı trenler, kendisinden uzaklaştırdıklarıydı. Çocuk aklımla böyle görür, böyle hissederdim o günlerde.
Yıllar sonra hayatımdaki her şeyi silip baştan yazan bir yolculuk oldu bana o kırmızı mavi tren. Bugün, bu satırları yazabiliyor olmam bile hep o tren sayesinde. Kırmızı mavi tren yok artık. Geçip giden günler gibi, eski zaman trenleri de öylece geçip gittiler hayatlarımızdan. Her şey, sanki bir şimşek çakması hızıyla değişiverdi, sonra yok oldu bütün o trenler. Yerlerine daha hızlı olanları geldi. Hız, iyiydi kentlerde. Hız, muhtaç olunandı. Hız, iki kent arasındaki en güzel, en ücra, en sırlı ziyaretgâhları çekip aldı gözlerimizden. Başımızı buğulu camlara yaslayıp, merakla seyre daldığımız bütün o gece köyleri silip gittiler sanki haritadan. Bir cihetten bir cihete mesafeler kısaldı, ceplerimize dolan zaman çoğaldı, oysa diğer yandan yolların efsanevi dehlizleri daralırken küçüldü hikâyelerimiz, fark etmedik. İyi bir şey sandık hızla yol almaları, çabucak varmaları, hiç görmeden, bilmeden geçip gitmeleri…
Hepimiz özledik o eski trenleri, biliyorum. Başlangıçta iyi gibi görünse de gözümüze, zamanla sevmez olduk yeniyi. Hâlbuki, bilseydik ipin sonu düğüm, bu pamuk ipini hiç eğirmezdik, eminim. Uzun uzun gider gelirdik doğudan batıya, batıdan doğuya. Gider gider gelirdik… Zaman hiç yokmuşçasına. Günler dörtnala koşmuyormuşçasına. Kentlerin hızıyla uyuşmadan, bin bir suretli köylerden kıvrım kıvrım dolanarak giderdik, hikâyelere gire çıka. Kasabalar nasıl uyanıyor sabaha, görürdük yine. Telaşla kapmaya çalışırdık cam kenarlarını. Gecikmeler, uzun bekleyişler, durup durup kalkmalar olurdu gittiğimiz yollarda. Hem, yolların yazgısıydı bu. Yol demek, cüz-i maksûm olandı. Ayrım ayrım, bölüm bölüm, ceste ceste uzardı insanın gözünde.
Şimdi, tıpkı çocukluğumun ve gençliğimin o güzelim kırmızı mavi treni gibi kanatlarımızı indirip, çöktük biz de acele zamanların gölgesinde. Pek acele yaşıyoruz azizim, pek acele işimiz. Bir yerlere, bir şeylere yetişmek üzere eksiltiyoruz gördüklerimizi, göreceklerimizi. Aslında zaman, hiç de göründüğü gibi değil. Onu yaşıyoruz zannederken, yaşamadıklarımızı çoğaltıyoruz. Hani, soruyor ya kitapta; “Yeryüzünde yıl sayısı olarak ne kadar kaldınız?” Ve canlar yanıtlıyor ya; “Bir gün, ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor!” Ve o da diyor ya, “Yalnızca az zaman kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz…” Aynen öyle işte… Ne yaparsak yapalım, ne kadar acele edersek edelim, sonuçta her şeyden biraz biraz yaşamış olacağız. Geride uzun uzun seyre dalıp, tadını çıkarabildiklerimizin meneviş sırları kalacak sadece.
Ağır ağır, dur kalk giden bütün o trenler güzeldi.
Hem şu hayatta ağır ağır, dur kalk gitmek en iyisiydi.
Gerçekten, bir bilseydik…