Gökdelenin Yenisi
Ekim başında, dört yıldır oturduğum bahçe katından taşınmaya karar verdim. Aslında evden taşınmam için bir neden yoktu. Bir kere, eski kiracı olmanın avantajıyla kiram o semte göre ucuzdu. Yeni bir eve taşınmak emlak komisyonu, nakliye, bazı yeni eşyalar ve akla hayale gelmedik bir sürü harcama demekti. Bir de elektrik, su, doğalgaz, internet aboneliklerini değiştirmek için uğraş dur.
Yine de gözümü kararttım. Evim fena sayılmazdı ama bahçe katı olduğundan sitenin bahçe duvarıyla aramda, toplasan on adımlık bir mesafe vardı. Günün her saati lambalar açık oturmaktan elektrik idaresinin madalyasıyla ödüllendirilmek üzereydim. Üstelik dört yıl, bir bahçe duvarıyla hemhal olmak için yeterli bir süreydi. Biri sorsa, üstündeki böcek yuvalarına, sıvası dökülmüş yerlerine kadar bütün ayrıntılarını anlatabilecek hale gelmiştim.
Epey bir gezip dolaştıktan sonra, istediğim gibi, gökyüzüne yakın bir apartman dairesi buldum. Otuz katlı yeni bir gökdelenin yirmi ikinci katında, güneye bakan, az zorlasan Adalar’ı ve denizi ucundan gören ferah bir daire. Görür görmez içim ısındı ve artık benden iyice yaka silkmiş olan komisyoncuya, “Tamam, işte burası tam aradığım gibi,” dedim. Bir hafta sonra da taşındım.
Beş katlı bir apartmandan çıkıp otuz katlı bir gökdelene uyum sağlamak başlı başına işmiş meğer. Her şeyden önce, toplam iki yüz tane daire var! Bina değil küçük çapta bir mahalle mübarek. Kimseyi tanıman, ezkaza biriyle komşuluk yapmaya niyetlenmen mümkün değil. Bina dört asansörlü.
“Sizin dairenizin olduğu tarafa çıkmak için 3 ve 4 numaralı asansörleri kullanacaksınız,” diye, daha taşındığım ilk gün uyardı hayırsever bir güvenlik görevlisi. Aynı binanın içinde neden böyle bir şey yapmam gerektiğini anlamam uzun sürmedi. Dalgınlıkla bazen 1 veya 2 numaralı asansörlere binip oturduğum kata basıyor, yirmi ikinci katta indiğimde boş yere kendi dairemi arıyor, bulamayınca yeniden asansörle zemine inip sağdaki koridora geçiyor, doğru asansörlere binip evimin yolunu bulabiliyordum. Bir süre sonra bunu yapmak yerine, yirmi ikinci katta yanlış bölümde insem bile dört yangın merdiveni kapısını sırayla açıp kapayarak, binanın doğru tarafına geçebileceğimi akıl ettim.
Arada bir nedense şaşırıp kendimi kilide uymayan bir anahtarla başka birinin kapısını zorlarken bulduğum da oluyordu. Sonunda bir işaret keşfettim. Bitişiğimdeki dairenin kapısına, üstünde “welcome” yazan bir paspas koydular. Ben de bitişik kapıda bu işareti görmeden başka kapıları zorlamıyordum artık.
Ama bu kadar büyük bir binada aynı paspastan iki tane olma olasılığı da büyüktü elbette. Bir akşam geç saatlere kadar çalışmış, kafam darmaduman vaziyette işten dönünce, yine şaşırıp sol koridora girmiş, farkında olmadan binanın öbür tarafına çıkmıştım. Tesadüf bu ya, orada da bir “welcome” paspasının olacağı tutmuştu. Çantamı tombala torbası gibi uzun süre karıştırıp anahtarımı buldum ve kilide soktum. Kapı bir türlü açılmıyordu. Ben öyle uğraşırken, biri içerden kilidi açıp kapı eşiğinde iki büklüm saygılarını sunarak bana baktı!
Hemen doğruldum ve hırsız olmadığıma inandırmak için en masum yüz ifademi kullanarak, “Pardon, yine karıştırdım,” dedim. “Ben bu gökdelenin yenisiyim.”
Karşımda, çıplak ayaklı ve üstündeki tek giysi kot pantolon olan dünya yakışıklısı bir Apollon duruyordu. Hoş pek çıplak da denemezdi ya! Vücudunun üst kısmı o kadar çok dövmeyle kaplıydı ki, uzaktan biri görse üstünde tişört var zannedebilirdi. Ama ben o anda fazlasıyla yakın olduğumuz için utanarak kızardım.
“Ben de apartmanın delisiyim,” dedi gülerek ve elini uzattı. “Serhan benim adım. Yanlış taraftaki asansöre bindin değil mi?”
İster istemez ben de elimi uzattım. “Öznur.”
Yere bıraktığım market poşetlerine baktı.
“Nasıl, işe yarar bir şey var mı?”
“Anlayamadım?”
“Yani karnım aç da, yiyecek varsa şu garibi sevindirmiş olursun.”
Bu kadar fütursuz ve içten olması hem tuhafıma hem de hoşuma gitmişti.
“Hazır bir şey yok. Yemek yapacaktım,” dedim. “Öyle ızgara gibi…”
Geri çekilerek, içeri girmemi ister gibi yol verdi.
“İyi ya, madem komşuyuz. Birlikte yapıp yiyelim. Ne demişler, komşu komşunun külüne…”
O kadar garip bir durumdu ki ne yapacağımı şaşırdım. Tanımadığım birinin kapısındaydım ama öte yandan da teklif dayanılmayacak kadar cazipti.
Ayakkabılarımı eşikte çıkarıp içeri girmeye yeltendim.
“Yok yok, öyle gel,” dedi. “Zaten misafir terliğim yok.”
Yine de ayakkabılarımı çıkardım. Çıplak ayakla gezen birinin yanında geceyi topuklu ayakkabıyla geçirmek yakışık almayacaktı.
Hemen yemek yapmaya giriştik. Dirseklerimiz birbirine değerek, kırk yıldır tanışıyor gibi, ben salata malzemesi doğrarken, o torbamdan çıkardığı iki parça bifteği marine ediyordu. Bir yandan da durmadan konuşuyordu. Aslında mimarmış ama son zamanlarda biyoenerjiye takmış, elleriyle şifa verebiliyormuş.
“Nasıl yani?”
“Bildiğim bazı masaj teknikleri var,” dedi. “Uzakdoğu’ya ait öğretiler. Aslında hepimiz birer enerji kaynağıyız, bunu kullanmayı bilmiyoruz sadece.”
İyice ısınan tavaya etleri attı.
“Ağrıyan bir yerin var mı şu anda?”
Her iş günü sonunda yaşadığım hafif bir baş ağrısı dışında şikâyetim yoktu. Migren uzun zamandır kapımı çalmamıştı.
Bunu ona da söyledim. Koltuğa oturmamı istedi. Kendisi de arkama geçti. Cızırdayan etlerin kokusu açık mutfaktan salona yayılırken iki elini başımın üstüne kaldırdı ve aynen bir topu çevirir veya bir yumağı sarar gibi başıma hiç dokunmadan döndürmeye başladı ellerini. O ânın büyüsüne mi, yoksa onun büyüsüne mi kapıldım bilmiyorum, başımdaki ağrı gerçekten de şıp diye kesiliverdi.
“Sahiden de geçti,” dedim.
Masaya iki tabak koydu, etleri tavadan çıkarıp tabaklara servis etti, gururla karşıma geçip oturdu.
“Migrenin de tutarsa gel,” dedi. “Faydası olur, görürsün.”
Migrenim ilk defa bir işe yaramış, bu yakışıklıyı bir kere daha görebilmemin kapısını aralamıştı.
“Gelirim tabii,” dedim. “Bir tuttu mu gerçekten dayanılacak gibi değil.”
Gecenin kalanı yemek, sohbet, müzik derken uçup gidiverdi. Uzun süredir ilk kez kalbimi kıpırdatan biri çıkmıştı karşıma. İyi ki taşınmışım buraya, diye geçirdim içimden. Gece yarısına doğru izin isteyip kalktım. O dalgınlıkla birbirimize telefon numaralarımızı vermediğimizi evimin kapısını açarken fark ettim. İş işten geçmişti tabii.
Ondan sonraki günler o gecenin ve onu bir kez daha görebilmenin umuduyla geçti. Çat kapı gitmeyi gururuma yediremiyor, onun bir şekilde beni bulmasını bekliyordum. Öyle ya, binanın iki ayrı cephesine baksak da, ayrı asansörlerin insanı olsak da nihayetinde kapı komşu sayılırdık.
Baktım ki geleceği yok, beni oraya götürmesi için migrenimin tutmasını beklemeye, hatta migrenim tutsun diye ciddi ciddi çabalamaya başladım. Örneğin, yıllardır korkudan tadını unuttuğum çikolatayı yiyor, bol kahve içiyor, velhasıl yapılmaması gereken ne varsa yapıyordum. Ama inadına, bir türlü gelmiyordu o kör olasıca ağrı.
Sonunda bir akşam istediğim oldu. Migren kapımı çalıverdi. Ben de yakışıklının kapısını çalacak bir bahane bulmuş oldum. İşten yeni dönmüş gibi şımşıkırdak giyinip zilini çaldım. Biraz sonra yine belden yukarısı çıplak halde karşımdaydı Apollon.
“A, sen miydin!” dedi şaşkınlıkla. “Pardon, adını da unuttum ama…”
“Öznur,” dedim.
Yarı açık kapıdan, kanepede oturan dişiyi algılamam birkaç saniye sürdü.
“Girsene Öznur,” dedi hafif yana çekilerek Serhan. “Ben de Ezgi’ye Reiki masajı yapıyordum. Dokuzuncu katta oturuyormuş, asansörde tanıştık bugün.”
Başımın ağrısını filan unutmuş, bir an önce durumdan en hafif hasarla sıyrılabilmenin yolunu arıyordum. Kaşla göz arasında bir yalan uydurdum.
“Telefonum kayıp,” dedim. “O geceden beri bulamıyorum. Sende kalmış olabileceğini düşündüm de…”
Sonra da masör ve yeni havarisini arkamda bırakarak kendimi evime attım. Başım o kadar ağrıyordu ki, “Doktor artık ne yerse yesin, dedi!” aşamasına geçmiştim. Bir paket çikolata daha çıkardım. Kanepeye oturup hızlı hızlı kemirmeye başladım.