Günde 3 saat çalışılmalı!
Paul Lafargue, Tembellik Hakkı adlı kitabında şöyle söyler:
“(İnsan) Doğal içgüdülerine dönmeli; kentsoylu devriminin metafizikçi savunucularının hazırladığı veremli İnsan Hakları’ndan binlerce kez daha kutsal olan Tembellik Hakkı’nı ilan etmeli; günde üç saatten çok çalışmamaya kendini zorlamalı, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka basa yemeli.”
Oscar Wilde ise Sosyalizm ve İnsan Ruhu kitabında, benzer minvalde şu satırları karalar:
“Buz gibi bir rüzgar eserken, günde sekiz saat sulu karla dolu bir kavşağı temizlemek iğrenç bir uğraştır. İnsanın böyle bir temizlik işini zihnine, ahlâk duygusuna ve bedensel onuruna halel getirmeden yapması bence imkânsızdır. Bunu seve seve yapması ise mide bulandırıcı olurdu. […] Doğru koşullarda makineler insanlara hizmet edecektir. Makinanın geleceğinin bu olduğuna kuşku yoktur. […] insanlık kendi kendini oyalarken ya da boş vakitlerini incelmiş uğraşlara -insanın amacı budur, çalışmak değil- ya da güzel şeyler yapmaya ya da güzel şeyler okumaya ya da sadece dünyayı hayranlık ve hazla hasrederken, bütün gerekli ve nahoş işleri makineler yapacaktır.”
Üretimin, tüketimin, koşulsuz başarı ve zenginliğin kutsandığı çağımızda elbette en verimli meyvemizin; bedenimizin ve zihnimizin alıkonduğu, kiralandığı ve dahi satın alındığı “çalışmada” olması çok da şaşırılacak bir durum değil ancak kadim Roma’nın köle-efendi, Orta Çağ’ın feodal bey-köylü, Rus Çarlığı’nın soylu-mujik ve nihayet sanayi devrinin burjuva-proletarya diyalektiklerinin getirdiği tek bir sonuç vardır: Çalışmak, hizmet etmektir, sömürülmektir. Tek taraflıdır ve tek yönlü zenginliğe neden olur. 1848 yılında 17 saate kadar çıkan çalışma saatlerinin, 12 saate indirilmesini sağlayarak başarı kazanan Fransız işçilerinin kendilerine sormaları gereken soru şuydu: 12 saat mi? Hem de bu kadar makinanın olduğu bir çağda!
Zamanında bir gazetede, “çalışmayı” yücelten bir CEO ile (yazının bundan sonraki bölümlerinde kendisinden İcra Kurulu Başkanı olarak bahsedeceğim) röportaj yapması kadar doğal bir durum olamaz sanırım, çalışma saatlerini sabah 6’ya çekmeye ve hafta sonlarına mesai koymaya çalışan bir ülkede. Aynı doğallıktan hareket edersek, bu İKB’nin, “her zaman ve her yerde çalışmalı” marşıyla, himayesindeki elemanlara, işçilere aba altından sopa göstermesi de benzer bir “kendiliğinden sonuca” uygun kaçacaktır. Bir maden işçisinin ya da kot taşlamacıların çıkıp da endam etmelerini ve çalışmak denen modern köleliğe başkaldırmalarının manşet olması pek de işin adabına uymazdı. Haşa sümme haşa! Sonra, o gazetenin sahibinin işçileri de aynı şeyleri söylerse? Vadiyalarda 12 saat güneşsiz çalışmalarından dem vurarsa? Nice olur şirketlerimizin hâli!
Çalışmak, bu dünya düzeninde işçilere mâl edilmiştir. İşçi dediğim, madende altın arayan, istiridye ayıklayan, kot taşlayan, filikaya kum torbası olan, sekreterlik yapan, matbaada gazete çıkaran, dizilerdeki set işçileri, çöp toplayan; velhasılı kelâm dünyanın pis yükünü çeken bütün bu insanlardır. Dünyada kaç insan, sevdiği işi ya da istediği işi yapabiliyor? Sevdiği işi yapsa bile, bir insan ne kadar süre bu işi sürekli yapabilir? Hülasa, yapmak zorunda mıdır? Çalışmayı ve başarıyı bu denli zorunlu kılan ne ola ki? Saygıdeğer İKB, 24 saatini çalışarak geçirmekte serbesttir ama onun bu mertebede yaptığı duyuru, bütün insanları da benzer bir çalışma kampına alıp her türlü köleliği meşru hâle getirme meselesine de dokunur. Çalışmanın övüldüğü her an, çalışmaktan bitap düştüğü halde hâlâ çalışmak zorunda olanların hayatlarına dolaylı bir müdahaledir. Onları çalıştıranların yanında yamacında, istemeden de olsa olmak demektir. Çalışmak ne bir hak ne de bir zorunluluktur. İşbirliğidir esas olan, insanın yardımlaşmasıdır.
Geçen yıllarda başıma gelen bir olayı anlatmak istiyorum. Bir çeviri bürosu sahibinin (yazının bundan sonraki bölümlerinde kendisinden Müstakbel Patron olarak bahsedeceğim) ofisindeydim bir gün. Kira, fatura derdinden dolayı, hiç istemediğim halde işe girmem gerekiyordu. Kendisiyle temelde konuştuğumuz iki konu vardı: Günlük iş yüküm (ben bir damperli kamyon) ve istediğim ücret. Nitelikli çeviri, müşteri anlayışı ve işin yapılma süreçleri daha sonra, küçük alt başlıklarla konuşuldu.
Günlük istiap haddimin aslında yüksek olduğunu ancak rahat bir yaşamı tercih ettiğim için bunu alt düzeyde tuttuğumu söyledim. Kendisi de bana, ama o zaman, benden 4 kat daha çok çeviri yapabilen çevirmenlerin (böyle ubermensch arkadaşlarım var) aldığı parayla benim alacağım paranın aynı olamayacağını söyledi. Ben de elbette diyip zaten paranın peşinde olmadığımı, bahsettiğim iş yüküyle ilgili olarak alt limitin şu kadar tele olduğunu söyledim.
Konuşmanın bir bölümünde; söylediğim iş yükünden biraz daha yukarı çıkarsam bu parayı verebileceğini söylediği ateşli bir anda, bana “Ya nasıl olsa sen buraya geldiğinde, o yük gittkçe artar” gibi sağlam bir sopayı, kallavi bir abanın altından gösteriverdi. Ben bunun üzerine gidince de şu güzide teşbihi yaptı: “İşte 10 tonluk bir kamyona 50 ton yüksersen, o kamyon makas kırar, 1 yıl kullanamazsın ama 10 ton verirsen, 20 yıl kullanabilirsin. Yani o yüzden çok da zorlamayız çalışanlarımızı.” Beni 20 yıl kullanabileceği damperli bir kamyonla özdeşleştiren Müstakbel Patronumdan izin isteyip oradan derhal ayrıldım.
İnsanlar, kendileri ya da sınırlı bir zümre için değil, insanlık için çalışmaya başladıkları zaman, işte o zaman bu işbirliği, bizi hem daha az çalışmaya hem de doğa ile çok daha fazla içiçe olmaya itecektir. Benim hayatta en zevk aldığım şey olan yazmak eylemini bile 3 saatten fazla yapamıyorum. Her biri, üretimin hızını ve verimini artırmak için bir uzmanlık alanında bilinçli olarak özelleştirilen veya tektipleştirilen 7 milyar insanın sevdiği işi yapma olasılıklarının ne kadar düşük olduğunu aklımızda tutabilirsek, çalışmaya dair övgünün, yaşamın bir yerinde dengeyi, onların aleyhine “adaletsizlik ve hayal kırıklığı” başlıklarıyla bozacağından eminim.
İnsanlar, sevdiği iş ya da tercih ettiği iş bağlamında ayrım yapmamalı. İnsanlar, insanlık için işbirliği yapmalı. 7 milyar insan için gerekli olan toprağı eken, hastaneleri kuran, suları temizleyen bir işbirliği. Çok iyi bir iletken özelliği olan bir metalin dünyaya hâkim olmasındaki mantıksızlığı kıran, More’un Ütopya‘sında yaşayan insanların klozetleri yaparken bu metali kullanmalarındaki göndermeyi alıp kabul eden bir bilincin, hem doğayı hem insanları yücelteceğine inanıyorum.
Dünyanın ömrünü, 24 saatlik bir zaman dilimi içine alırsak eğer, şu âna kadar dünyayı tamamen ele geçirmeyi başarmış iki türden biri olan Dinozorların (biri de Homo sapiens sapiens olan bizler) oluşma ve nesillerinin tükenmesi, ancak saat 23.00 ile 23.40 arasına denk gelmektedir. Amcamızın oğlu, atamız Neanderthal’in doğum zamanı nedir biliyor musunuz? 23.55. Ve o çok övündüğümüz, insanlığa daha çok savaştan başka bir şey getirmeyen sanayi devrimi ise saniyenin yüzde biri öncesine denk gelen bir zamanda başlamıştır. Öylü küçük ve ufağız ve ancak kendimizi öylesine ciddiye alıyoruz ki, 4,5 milyarlık dünyamızı ve doğamızı, harap etmekte beis görmüyoruz. Daha çok üretim, daha çok tüketim, daha çok başarı…
Neden ki? Neden 3 saat işbirliği yapıp birbirimize yardım edip doğanın tadını çıkaramıyoruz? Neden resim yapıp kitap okuyup sevişemiyoruz? Başlı başına bir proje olan ve sevgilisi olup olmadığı sorulduğunda basını tersleyen rekortmen yüzücü Michael Phelps kardeşime yolda rastlasaydım eğer, edeleli omuzlarından şöyle bir silkeler ve “Mişel Felps insan kardeşim, titre ve kendine gel canım,” derdim. Parametreleri ve çıktıları masa üstünde belirlenen bir makinaya dönüşmüş bu altın madalya canavarına, kusura bakmayın ben insan kardeşim demeye bile eriniyorum. Hakemlere itiraz edip madalyasını kabul etmeyen güreşçiyi, Jamaikali yarışçılar ilk üçü alınca kendi sporcularının kulvarından önde çıktığı mazeretiyle koşuya itiraz eden ABD’li kafileyi görünce sormadan edemiyorum: Bir ara sadece katılmak önemli değil miydi? Özellikle geçtiğimiz yıllarda yapılan Pekin Olimpiyatları’nda 9 günde yüzmede 25 rekorun kırılmasını gerçekten sadece sporla açıklayabiliyor muyuz?
25 yaşına kadar Komünist, 25 yaşından sonra Kapitalist olmayanın aklı yoktur, diye bir anonim söz vardır. Bu yazdıklarımı, bu özdeyişe(!) bir eleştiri getirebilmek, var olan algılara bir antitez oluşturup belki daha güçlü bir sentezi yaratabilmek, uygulanması ne kadar güç olursa olsun, benim yaşamım boyunca uygulayabildiğim bu düsturu, bir “başka dünya mümkün” şiarına eşleyebilmek ve zincirlerinden başka kaybedecek bir işleri olan işçilere bilemedikleri bir desteği verebilmek için yazdım. Yazımı da, eşiyle birlikte yaşamına 70 yaşında son veren Paul Lafargue’ı anarak bitirmek istiyorum:
“Bedence ve ruhça sapasağlamken, yaşama zevk ve sevinçlerini birer birer elimden alan, beden ve kafa güçlerimi koparıp götüren acımasız yaşlılık, enerjimi felce uğratıp istemimi söndürmeden ve beni gerek kendime, gerek başkalarına yük olacak duruma düşürmeden, canıma kıyıyorum.
[…]
45 yıldan beri kendimi adadığım davanın, yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağından emin olmanın büyük sevinciyle ölüyorum.”