Hepimiz Deli Doğarız…
Delilikte 1. Perde;
Bir kır yolu. Bir ağaç.
Bir akşam…
“Oysa benim bütün bildiğim şudur,” der Vladimir. “Saatler bir türlü geçmek bilmez ve bu koşullarda bizi, vakit geçirmek için türlü türlü, hani nasıl desem ilk bakışta makul gözüken, ama zamanla monotonluğa dönüşecek oyunlara başvurmaya zorlar. Böylece aklımızı kaybetmekten kurtulduğumuzu söyleyebilirsin. Kuşkusuz doğru da… Ama aklımız; aklımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu zaten? Bazen bunu soruyorum kendime. Akıl yürütüşümü takip edebiliyor musun sahi?”
Üstündeki paçavraları göstererek gülümser Estragon ve adeta bir hikmet yumurtlarcasına şöyle der: “Hepimiz deli doğarız… Ve bazılarımız öyle kalır.”
…
Godot’yu Beklerken… Samuel Beckett’in 1952-53 sezonunda Theatre de Babylon’da sahneye konulan iki perdelik ünlü trajikomedi oyunu. Eylemsizliklerine yenilmiş insanların, Godot adında ve ne olduğu bilinmeyen bir kimse ya da “şeyi” beklemelerini anlatır. Bana kalırsa, bir tiyatro oyunundan ziyade, bittiğinde insanın boğazında kalan kekre bir düğümdür bu. Sessizlikler, üç noktalar, bitmemiş cümleler arasında geçen bir parodi ve oyun süresince insanoğlunun deliliği üstüne söylenmiş yahut susturulmuş bir yığın düşünce… Bugün, Godot’yu Beklerken’in yanı sıra deliliği hiçbir şekilde yadsımayan, ama nedenini de sorgulamaktan öte durmayan pek çok Beckett metnine rastlamak mümkün. Kuşkusuz her birinin içinde bizlere fazlasıyla tanıdık gelen öğeler var. Söz gelimi, akıllarımız; akıllarımız uzun süredir dipsiz derinliklerin bitimsiz gecelerinde dolanıp durmuyor mu sahi? Ne dersiniz? …
“Gece” ve “delilik”, Beckett metinleri dışında da birçok defa iç içe geçerek, başka başka hikâyelere konu edilmiş iki kavram. Homeros’a bakacak olursanız Nyx, Olimposlu bir gece tanrıçasıdır. Delilik ve çılgınlığın cinleri olan Mania’lar ise Nyx’in biricik kızları… Efsaneye göre, deliliği doğuran, gecenin ta kendisidir yani. Karanlık, beraberinde ıssızlığı ve yalnızlığı getirir. İnsan ki en çok yalnızken delirir. Sahiden öyle midir, bilmem. Ben adına “deli” denilen kimseleri hiç yalnız görmedim. Kalabalıklar içinde gördüm, arabaların vızır vızır işlediği bir caddenin ortasında uyurken gördüm, sokak müzisyenlerinin arasına karışmış dans ederken gördüm, kedi ve köpeklerle beraber bir bankın üstüne çökmüş, yarısı yenmiş bir tavuğun kalan yarısını dişlerken gördüm de; hiç yalnız görmedim. Aslında ben “delilik” kavramının kendisine de hiç inanmadım ya, neyse. Belki de Beckett yüzünden. Sonuçta, hepimiz deli doğuyoruz ve bazılarımız öyle kalıyor. O hâlde bütün mesele, olduğu gibi kalabilenler ile değişebilenler arasında. Aksine inanmak biraz güç, zira siz hiç metroda oturmuş ve ezberden Virginia Woolf okuyan bir deli gördünüz mü? Ben de görmedim. Gördüysem bile onun bir deli değil de, sıkı bir edebiyatsever olduğunu düşünmüş olabilirim. Zira hatırladığım kadarıyla, Taksim Metrosu’nun uzayıp giden, boğucu ve terli vagonları arasında bir yerde durmuş, elini kolunu bir paraşüt misali dalgalandırarak şöyle diyordu: “İnsanlar, nasıl da nefret ettim sizden! Nasıl da dirsek vurdunuz, nasıl da önümü kestiniz, yeraltı treninde karşılıklı oturup birbirinize gözlerinizi diktiğinizde nasıl da pistiniz…”
Sizi bilmem, ama ben şahsen deli kalmayı becerebilmiş insanları severim. Her defasında, tuhaf bir biçimde yaşam şırıngalarlar içime. Dünyanın muazzam karmaşası içinde, insan gülmeye bile cesaret edemezken, bir delinin meçhul kahkahalara şapka çıkartması bir erdemdir. Bu yüzden, tıpkı Vladimir ve Estragon gibi ben de içten içe bir delilik hâliyle, kendi ömrümün Godot’sunu beklerim. Hiçbir zaman gelmeyecek olsa bile…
Delilikte 2. Perde;
Ertesi Gün. Aynı Vakit.
Aynı yer…
“Zaman durdu,” der Vladimir.
O sıra çizmelerini çıkarmaya koyulan Pozzo, bir an için başını göğe doğru kaldırır ve hemen sonra, “İnanmayın efendim, inanmayın!” diye söylenir. “Şu gördüğünüz alacakaranlıklar nelere kadirdir bilseniz… Biz beklemeye devam edelim. Godot’nun yarın kesinlikle geleceğini söylüyorlar çünkü…”