Hepsi bir film olsa…
Steve Harmon, işlemediğini söylediği bir suçla yargılanıyor. O bir sanık. Ortada bir suç varsa, Steve’e göre bu, yanlış zamanda, yanlış yerde olmak. Bir de önyargıların hedefi bir ırka, renge ve sosyal yapıya doğmuş olmak.
“Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur,” dendi, hep dendi, hâlâ da denir. “Suçu kanıtlanana kadar herkes tutukludur,” diyense olmadı hiç. Oysa, ender istisnalar dışında bunun aksi hiç görülmedi, başka türlüsü bilinmedi. Sanık ya da suçlu arasındaki fark tanımsal bir farkla sınırlı kaldı ve yalnızca metinlere yansıdı. Hayattaki yansımasıysa, tutukluluğun ve mahkûmiyetin, sanıklığın ve hükümlülüğün aynı şekilde yaşanmasıydı: Hapis, tecrit ve aşağılanma.
Gazetelere, haber bültenlerine, uluorta anlatılanlara ve söylenenlere, algılarımızdan hafızamıza ve yüreğimize günbegün sızıp da bizi devamlı aciz bırakan tanıklıklara girmiyorum burada. Edebiyatta kalalım biz, kurgudan şaşmayalım; en azından şimdilik.
2011 yılında okuduğum üç roman oldu bu konuda. Zan, suç ve hapis üzerine. İtham, tutukluluk ve ucu karanlık bir bekleyiş üzerine. Üçü de genci konu etmiş, genç okuru hedeflemişti: Yalancı Şahit’ti biri, Müge İplikçi’den; Suçlu’ydu diğeri, Magali Wiéner’den; Canavar’dı öteki, Walter Dean Myers’tan. Ben Yalancı Şahit’i okudum, o da benim canıma okudu. Ne de iyi etti ama. Ben ‘Suçlu’yu çevirdim, o da beni yoldan çevirip attı daha dar bir dört duvarın arasına. Ben Canavar’ı ilk okuduğumdaysa gençler için bir edebiyat yayıncılığı olduğunu yeni yeni öğreniyordum. Başka bir hayranlık ve mutluluktu yaşadığım, başka hislerdi bir öfkenin ve mutsuzluğun doğmasını engelleyen. Sonra büyüdüm, adam oldum, Canavar’ı yine aldım elime ve anladım o zaman anlamadığım şeyi: Suçlu bulunman için kanıt gerekir; ‘canavar’ olman içinse tek bir kanı yeterlidir.
Gerçeğe tutunarak, ama ona sarılmadan
“Ağlamak için en uygun zaman, ışıkların kapalı olduğu ve dayak yiyen birinin yardım çığlıkları attığı gece saatleri,” diye başlıyor sözüne Steve Harmon, siyahi, genç, Amerikalı, romanın başkahramanı, işbu “canavar.” Kendisi, işlemediğini söylediği bir suçla yargılanıyor; o bir sanık. Ortada bir suç varsa, Steve’e göre bu, yanlış zamanda, yanlış yerde olmak. Bir de önyargıların hedefi bir ırka, renge ve sosyal yapıya doğmuş olmak. Süreç ise, tutuklu yargı süreci. Gergin bir bekleyiş, boğucu bir yalnızlık, sonu gelmeyen bir huzursuzluk hali ve yaşam korkusu. Yitirildikçe umudu kemiren, geri kazanılmayacağını bildiğin zaman. Uçup giden gençlik, dışarıda bırakılanlar ve seni sevenler için duyulan endişe. Ağlamak bir ihtiyaç. Ama sessizce, duyurmadan. “Burada zayıf olmak hiç iyi değil.”
Bu suçlamadan alnının akıyla çıkmak, Steve’in davaya ve sürece odaklanmasına bağlı. Eğer işlemediği bir suçtan hüküm giymek istemiyorsa avukatıyla işbirliği yapmak, ona yardımcı olmak, zihnini her an açık tutmak zorunda. Ama zihin açıklığı dediğin şey başka bir işkence. Steve öyle bir yerde ki, “koşullar ne denli kötü olursa olsun kendinizi öldüremeyesiniz diye ayakkabı bağlarınızı ve kemerlerinizi alıyorlar.” Çünkü “yaşamamızı sağlamak da cezanın bir parçası.” Akli dengeyi korumak, bir diğer mesele. Ama Steve akıllıca bir yol buluyor: Tüm yaşadıklarını, hapis günlerini, yargı sürecini, hepsini bir senaryo halinde yazmak. Canlı, eşzamanlı, o anda. Gerçeklerden kopmadan, detayları kaçırmadan, sonraki adımı da olabildiğince hesaba katarak, ama bir film izler gibi. Bir kurgunun içindeymişçesine ve onu kendin yönetiyormuşçasına. Gerçeğe tutunarak, ama ona sarılmadan, teslim olmadan.
At çamuru, hemen kurur
“İyi bir insan gibi görünmek istiyorum. Kendimi iyi bir insan gibi hissetmek istiyorum, çünkü öyle olduğuma inanıyorum. Oysa böyle insanlarla burada bulunurken, farklı olduğunu düşünmek çok zor.” Birini tutuklamak ve onu sindirmek o kadar kolay ki. Suçlu olsun ya da olmasın, onu suçlu hissettirdin mi, işin kolaylaşır. Hele o tutuklu, bir gençse. At çamuru gence, hemen kurur onun üstünde. Genç ya, karşı koysa ne yazar. Belertir gözlerini (ağlamıyorsa), belki basar en âlâsından bir küfür (dilini yutmadıysa korkudan), tükürür senin gibi bir sistem çarkının suratına en fazla (nefreti, korkusunu bastırmışsa), iki yumruk sallar taş çatlasa (kolları hâlâ tutuyorsa)… Ha çatlar da o taş, yarılır da orta yerinden, korkutmaz seni yine de. Ne korkacaksın ki, en fazla biraz kum çıkar içinden. Nasıl olsa sen onu tıktığında karanlığa, yalnızlığa, dışlanmışlığa; içindeki yağları vurduğun kilitlerle eritirken o hiç sönmeyen, yakıtı meçhul kaynağında; ve döndüğünde sırtını, kirli kalın enseni o gence… Eh, ağlar o. Duyurmaz sana sesini, ama ağlar göz pınarlarını kuruturcasına. Sen sadece üzerindeki lekeyi gör, çamurun lekesini. Neyi savladığı bilinmez savcı, neye hâkim olduğu bilinmez bir hâkim halleder gerisini.
“Bütün bunların yalnızca bir film olmasını o kadar çok isterdim ki,” diyor Steve. İçerideyken, zan altındayken, asla işlemediğine emin olduğu bir suçla yargılanırken, ispatlanmaya çalışılan şeyin suçluluğu mu suçsuzluğu mu olduğundan emin bile değilken, bu üç kitaptaki üç genç de kuşkusuz aynı hayali kuruyor: Hepsi bir film olsa. Tatsız bir oyun, ya da… Hayata verilen geçici bir es, sabahtan açılıp akşama kapanacak bir parantez, az sonra sona erecek bir ara. Olsa olsa, kötü bir şaka. Bir de izi kalmasa ya bugünden yarına…
Hayatının en zor evresini yazmak
“Özel bir hayatım olduğunu düşünüyorum,” diyor yazar Walter Dean Myers. “Bir açıdan bakınca, tüm hayatımı sevdiğim şeyi yaparak, yazarak ya da yazmayı düşünerek geçiriyor olmam tuhaf geliyor kulağa. Eğer herkes, en azından hayatının bir kısmında benim yaşadığım gibi yaşama şansını elde etseydi, dünya çok daha güzel bir yer olurdu,” diye de ekliyor. Batı Virginia eyaletinde doğmuş, ama Harlem’de yaşayan Herbert Dean adlı bir adama verilmiş küçük Walter. Bugün büyük Walter bile bilmiyor bunun nedenini. Herbert, siyahi Amerikalı, eşi Florence da Amerikan yerlisi bir Alman’mış. Walter’ı çok sevmişler. Çok sevilmiş, çok kollanmış. Mahalle kollamış onu, din de rehberlik görevini istemiş. Walter ise, yapabildiği ölçüde karşı koymuş tüm bunlara. Liseyi de bırakmış yarıda; her ne kadar söz konusu lise onu hâlâ mezunları arasında ansa da. Bırakmış bırakmasına ama, yanına almış alacağını da: Bir öğretmeni, “Ne olursa olsun, yaz,” demiş ona. Unutmamış bunu Walter. On yedi yaşına bastığı gibi orduya katılmış. Basketbolmuş tutkusu, yaptığı maçlar, NBA hayalleri hiç çıkmazmış aklından. Sonra, bilinmez neden, New York’ta bir inşaatta çalışmaya başlamış. O zaman kulağında yeniden çınlamış öğretmeninin sözleri. Başlamış yazmaya, özellikle de geceleri. Hayatının en zor evresi üzerine yazmaya başlamış Myers; ilkgençliği ve gençliği.
Mehmet Erkurt
Radikal Kitap, 27 Ocak 2012
Kaynak