Hester, Anna ve Shrike…
O nefis “dörtleme”yi nasıl anlatsam şimdi? Doğrusu, bilemiyorum. Ama iyi bir anlatı (ister roman olsun ister hikâye) eğer etkileyici mekân, olay örgüsü ve karakterlerden oluşuyorsa, Yürüyen Kentler’in (ki bu isimle seriyi kastediyorum) her üç yönden de tam puan aldığını söyleyebilirim.
FABİSAD’ın kurucu üyesi olduğum halde, arkadaşlar beni bağışlasın, bilimkurgu ile fantazya arasında bir tercihim vardır. Fantazyayı daha severek okurum. Belki de ilk gençlik çağımızda hayal gücünden pek nasibini almamış, insanı türden soğutacak kitaplar okuduğumuz için: Üç ay süreyle beni etten kesen Feza Canavarları geliyor akla. Oysa Jules Verne’le büyümüş bir nesiliz.
Yakın denecek bir geçmişte, bilimkurguya aşk duymamı sağlayan yazarlar, Verne’e mirasçı nesilden William Gibson, ille de Philip K. Dick’ti. 2014 içinde, bu listeye iki isim daha katıldı: 100 Dünya üçlemesinin yazarı Danielle Martinigol (sevgili Abis’lerim ve ‘inci’ olma hülyaları) ve Yürüyen Kentler’in yazarı Philip Reeve. Zaten lakabı da“Modern Çağın Jules Verne’i”. Bu iki seri, bilimkurguda kayda değer yenilikler olmayacağı yolundaki umutsuzluğuma iyice son verdi. Reeve’in aynı zamanda iyi bir çizer olması da çift kaymaklı kadayıf (imrenmeyelim!) durumu yaratıyor.
O nefis “dörtleme”yi nasıl anlatsam şimdi? Doğrusu, bilemiyorum. Ama iyi bir anlatı (ister roman olsun ister hikâye) eğer etkileyici mekân, olay örgüsü ve karakterlerden oluşuyorsa, Yürüyen Kentler’in (ki bu isimle seriyi kastediyorum) her üç yönden de tam puan aldığını söyleyebilirim. Dörtleme çok uzak bir gelecekte, Mobillik Çağı denen bir dönemde geçiyor. Distopya mı diye soracak olursanız, hem de nasıl! Malum, karanlık gelecekler hayal etmek, insan ruhuna her daim iyi gelmiştir.
Dünya o vakte kadar Altmış Dakika Savaşı denen mahvedici bir savaşla çorak bir araziye dönmüştür. Artık ulus diye bir şey kalmamıştır; Mobillik Karşıtları Birliği’nin toprakları hariç. Hareket edebilsinler diye tırtıllı paletler üzerine yerleştirilmiş Mobil Kentler ise, bağımsızlığına pek düşkün kent devletlerdir. Kaynaksızlıktan, birbirini yutmak için yollara düşmüşlerdir ve koskocaman çeneleri vardır. Ticaret ancak iki şekilde yapılır: Ya havagemileriyle ya da birbirinin dengi iki kent karşılaşır da savaşmayı gözlerine kestiremezlerse. O zaman durup, alışveriş ederler. Bu alışverişlerde Eski-Tekno, yani Mobillik Çağı öncesinden kalma, hatta bazıları 21. yüzyıl yadigârı eşyalar, en değerli şeyler olur.
Kitapta karşımıza çıkan ilk mekân, Londra. Dişleri dökülmüş bir Londra. Büyük Av Alanı’nda serbestçe koşmaktan kaçınıyor, çünkü daha büyük ve güçlü kentler gözlerini bu eşsiz hazineye dikmiş. Londra da düşmandan kaçmış, dişine göre av bekleyerek pusuya yatmış. İlk karakterimiz, Tarihçiler Loncası’nın Üçüncü Sınıf Çırağı, genç ve kendi halinde, hem de yakışıklı Tom Natsworthy. Önemli karakterlerimizden Baştarihçi Thaddeus Valentine ile Chudleigh Pomeroy’u da tanıyoruz. Tom, Valentine’ın kızı Katherine’e gönül vermiş. Dörtlemenin sonuna kadar bizimle (çeşitli biçimlerde) kalacak olan iki karakter, serinin iki güçlü kadın karakteri de bu sırada ortaya çıkıyor: Jenny Hanniver havagemisinin cesur pilotu Anna Fang ve bence bu serinin baş karakteri, şiddet eğilimini şimdi yapacağım alıntıya bağladığım Hester Shaw:
“Alnından çenesine doğru inen korkunç yara izi yüzüne, üstü öfkeyle çizilmiş bir tablo görüntüsü veriyordu. Ağzı, kalıcı bir sırıtış halinde çarpılmıştı ve burnunun yerinde kırık bir çıkıntı vardı. Tek gözüyse, bu enkazın içinden bir kış denizi kadar gri ve soğuk bakıyordu.”
Tom’un uysallığını, uygarlığını seviyorum ama bence Reeve’in serisine can veren kahraman Hester. O, Anna Fang ve eski bir İz Sürücü olan Shrike. Annesiyle babası öldükten sonra Hester’ı yetiştiren Shrike’ın adı, kitabın Amerikan baskısında nedense Grike’mış. Oysa yazarı onun adını bir İngiltere Kuşları Rehberi’nden almış.
Kısaca özetlediğim yere kadar (birinci kitabın başlarında sayılırız) okuyan birinin o kitabı elinden bırakacağına inanmıyorum. Hatta onlar da benim gibi, ilk kitabı gece kaçta bitirmiş olursa olsunlar, ikinci kitap İhanet Altını / Predator Gold’u da eline alıp mutlaka birkaç sayfa okurlar diye düşünüyorum. Kitaplar da birbirini izleyecek, haliyle. Dört biraz kalın görünüyor ama, cesaretiniz kırılmasın. Hatta belki bu vedalaşma kitabı uzun sürecek diye sevinirsiniz. Üçte ve dörtte, dizinin üçüncü güçlü kadın karakteri Wren’le de karşılaşıyoruz çünkü.
Philip Reeve önceleri Hester’ı, sırf bu tür hikâyelerde genellikle karşımıza çıkan güzel kadın kahramanlardan ayırt etmek için çirkin yapmış. Bu çirkinlik, Hester’in öfkesini de açıklıyor. Reeve, “Bence korkunç bir yüzü olan çok romantik, çekici biri,” diyor onun için. “Hırçınlığı da normal…. Seri ilerledikçe ne kadar nahoş bir hal aldığına ben bile şaşırdım. Umarım okurun sempatisini kaybetmez.”
Ne demek, Bay Reeve? Hester, Anna ve Shrike, benim bu seriden aklıma çıkmamacasına yerleşen üç karakter oldu.