Kalbe Yürüyen İğne
“Bir devri daim işidir yazmak,
boyuna kelimeler ve sen yer değiştireceksin…”
Sevim Burak
(Mach I’dan Mektuplar)
“Bu dünyayı izleyenler için bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım,” demişti yayımladığı ilk kitabının ardından. “Ben, dünyasını kaybetmişler için yazacağım. Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım.”
Sevim Burak’tan söz ediyorum. Yazıyla olan ilişkisi alışılmışın dışında bir kadındır o. Tek boyutlu kâğıtlar üzerine not edilen hikâyelerden haz etmez. Kelimeler onun için adeta bir heykeltıraşın çamuru, mermeri kadar elle tutulur bir varlığa sahiptir. Öyle ki, anlamı yakalamak pahasına, gerekirse kelimelerden bile vazgeçebileceğini iddia eden Burak, kendi icat ettiği bir tür bilgisayar öncesi “kes-yapıştır” yöntemiyle çalışır. El yazısıyla yazdığı metinleri birkaç kopya hâlinde daktilo eder, sonra da bunları kesip birbirine iğneleyerek evdeki perdelere tutturur. İğnelenmiş sayfaları tekrar tekrar söküp birleştirir, yeniden ve yeniden onlarca kez yazar. Cümlelerin tırmandığı tül perdeler, onun çalışma yeridir.
“Yalnız içinden görebilirsin kendini ve asıl konsantre olduğun kargacık burgacık dizeler – laf dizeleri – bir daktilo üstünde geçer – sonra kesip alt alta üst üste yapıştırır, eğilir bükülürsün yerlerde. Halıların üstünde fal açar gibi yan yana getirirsin tutmaz, tutmaz. Yani fal bir türlü açılmaz. Ev dar gelir… İğneleri alır, perdelere tutturursun kelimeleri. Duvarlarda saç lülesi gibi kâğıtlar…”
Hüviyet teması, görünmek, saklanmak, göründüğü gibi olmak ya da olmamak, özellikle ilgi alanıdır Sevim Burak’ın. Başkasının kılığına girmenin kendi yazı tekniğinde ne denli önemli bir yeri olduğundan bahseder ve kendisinin de sadece yazdığı kişilerle, nesnelerle değil, daha da ileri giderek, kelimelerle yer değiştirdiğini söyler. Ona göre, yazmanın kendisi, bu yer değiştirme sürecidir.
“Gözlerimi, kulaklarımı, kalbimi kapatmalıyım bütün güzelliklere, zenginliklere ki aklım herkesin görüp sevdiği şeyleri görmesin, güzelliklere dalıp yanlış düşüncelere kapılmayayım. Sevgi mevgi isteyip kendi kendimi kandırmayayım… Sonra yaşam beni cezalandırır, yazamam.”
Her okuyuşumda beni yazgımın o sessiz boşluklarından birinde hayallere daldıran Burak’ın tiyatro metinlerini özellikle severim. İskambil ya da el falına bakar gibi baktığı kelimelerin dünyasında kendisini her şeyden soyutlayarak, sadece ve sadece yazının pelür zarfına bürünmeyi seçen bu kadının enteresan âleminde gezinmekten hoşlanırım. Onun hikâyeleri mizahi olduğu kadar da öfkelidir bir yanıyla. Ve yaralı… Metin Altıok’un dediği gibi, “kelime” zaten özü itibariyle yaralanmak anlamına gelen “kelem” sözcüğünden türer ve insan yazdıkça, hikâyeler anlattıkça yaralarını gösterir diğerine. Burak için de önemli bir meseledir yaralar ve yaralanmalar. 1970’lerin başından itibaren boğuştuğu kalp hastalığı, doktorlar, ameliyatlar ve kaygılar onun edebi mizacını baştan sona yeniler. Neşesinin ve parlak kişiliğinin içinden zaman zaman fışkırıveren aşırı öfkeli üslubunda hep hasta, yaralı ve endişeli bir kadının can havliyle kelimelere sarılışı sezilir. “Ah Ya Rab Yehova” hikâyesinde bir imgeyle, kahramanlarından birinin kalbine doğru yürüyen iğne olarak, en derin yarasını okurlarıyla paylaşır.
“İğne kalbime doğru yürümeye başladı. Göğüs kafesinden hareket eden dikiş iğnesi şiddetli ağrı ve sancıyla kalp yoluna girmiş, sonumuzun geldiği şüphesini uyandırmış, bu hengâmeyle bodruma koşulmuş, kapı açılmış, yeleğimin iç cebinden kibrit çıkartılmış, tutuşturulmak üzereyken sancı kesilmiş ve iğnenin yürümesi durmuş. Yani Ecel, bizimle alay ediyormuş…”
30 Aralık 1983’te hayata veda eden Burak için ölüm saati şüphesiz ki biraz erken çalar. Daha ilk kitabında, “İki Şarkı” hikâyesinde cesurca ve kendine özgü mizahıyla sonunun ne zaman geleceğini sorgulamıştır zaten. Yine de, ölümden söz etmeden önce söyleyecek pek çok sözü olan Burak, onlarca düşsel metni ölüm için ayırıvermiştir hayattan, ansızın…