Kedi sever gibi sevmemeli…
İlgisiz, mutlu, kararlı, dengeli, kızgın, tembel, obur, dalgın, gizemli, cesur, iltifat aşığı, masaj delisi, her daim uykucu, herkesten daha kurnaz, seksi ve bağsız, tümüyle bağımsız… İnsana dair ama bir insanda toplanması pek zor olan bu halleri bir kedide bulmak ziyadesiyle mümkündür. Ama bu hallerin içinde en çok, insanın hayatta kalmak için hep diri tuttuğu bir aşk arayışından söz edilebilir; kaldırımlarda, çatılarda, sokak lambalarının altında… Nice aşk şiirinin, gazelin, mektubun ve romanın ifade etmek için çabaladığı dünyayı bitmez tükenmez miyavlamasıyla kendi aşk serenadına eşdeğer kılabilir bir kedi.
Eski Mısır’dan bugüne her dönemde iz bırakan kediler, özellikle 18. yüzyıldan itibaren çokça bahsedildiği üzere sanatçıların ve edebiyatçıların gözdesi olmuştur. Kediler, sanatın pek çok alanında, özellikle de edebiyatta, insanın yaratıcı doğasına eşlik etmiş, insanla arkadaş olmayı başarmıştır. Renoir’dan Gaugin’e, Sartre’dan Hemingway’e, Twain’den Borges’e, Goya’dan Balthus’a hep kediler karşımıza çıkar. Onların yaratıcı dünyasında birer yoldaş, pek çoğu için ilham veren bir dost ya da tüm katışıksızlığıyla bir aşk imgesi…
Tarih boyunca bu denli her şeye dahil olan kedinin olmadığı bir hayat düşünmesi zordur. Münevver ya da entelektüel olduğunu söyleyip bu yaratıcılık sürecine doğrudan etki ettiğini söylemek, en azından bugünün dünyası için tartışmalı olabilir. Kedinin etkisinin daha dolaylı, daha içsel bir yolla olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, evde “her şeyden önce” onunla ilgilenildiği konusunda onu ikna etmelisiniz, ilgi odağı ondan başkası olamaz. Aksi bir durumda kıskançlığını öyle belli eder ki, o hesapsızlığına kızamazsınız da. O anda meşgul olduğunuz her ne varsa, gelip onun üzerine uzanmasını, abanmasını da iyi bilir.
Tüm bu yazın ve üretim dünyasında yazarların kıyısında köşesinde dolanır kediler. Öyle ki, kediler, edebiyat işçilerinin sadık dostlarıdır. Yazarın dünyasındaki gelgitleri ve hesapsızlığı, kedinin keyfine düşkünlüğüyle, yalnız kendini bilirliğiyle öyle uyumludur ki… Bitmeyen bir çocukluk dönemi ve o ruhun hep yaşayacağına ilişkin bir sıcaklık vardır o uyumda. Ama hepsinden evvel, ucu bucağı görünmeyen bir bağımsızlık söz konusudur.
İlk bağımsızlık bildirisini mekân paylaşımında yaparlar. Evin neresine, neyi nasıl yerleştirdiğiniz önemli değildir. O istediği kitabın, abajurun, derginin, televizyonun ya da modemin üstüne yatma konusunda özgürdür; hiç kimsenin iznini alacak değildir. Tabii istediği perdeyi de salıncak olarak kullanmasını iyi bilir. Eğlenme ve dinlenme imkânlarını siz belirleseniz de seçimi yapan yine odur. Belki de Peyami Safa’nın hep dediği gibi, “hayvanların en aptalı insandır,” ve gerçekten o kulelerce kitabı okumak bizim, onların üzerinde uyumak da kedilerin ihtiyacıdır.
Kedi, her koşulda anarşist ve yalnızdır. Aynı evde 20 yıl da geçirseniz, kedinin müstakilliği ve yalnızlığı görmezden gelinemez. Onun herkesle işi olmaz, suç işler ve çoğu zaman arkasına bile bakmaz. Tabii bir de o sevmezse sevmez, hiç kimse ve hiçbir şey bunu değiştiremez. İlk bakışta olumsuz bir tablo gibi görünebilir, ama hiç de öyle değil. İnsanın dışarıdan soyutlanamayan bulanık dünyası, dünyanın neresine giderse gitsin giderek melezleşen kalbi bunu anlamayabilir. Ama dünyanın en yalnız, dış dünyadan sıyrılmayı en fazla başarabilmiş insanı bile, kedinin farkındalığını, gerçek dünyayla olan duyarlığını kıskanmakta haklıdır.
Pencere önünde her gün gördüğü kuşu, sineği ya da uçan bir cismi sanki ilk defa görüyormuşçasına aynı heyecanla takip edebilir, aynı dikkatle ona odaklanabilir. İşine ya da tutkulu olduğu şeye odaklanmak, her şeyiyle bağlanmak onların işidir. Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’nde fısıldadığı gibi, “Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar.” Karasu bu noktada insana döner ve nasıl bir eksiklik içinde yaşadığını anlatır:
Bir ereğe yönelerek, bir erkek düşüne kapılarak giderken, sonraları -biz göçtükten sonra- yaşamımız, daha da ileri vararak, “yazgımız” adı verilecek bir dizi anın her birinin biricikliğini, değiştirilemezliğini, yerine konmazlığını şuncacık olsun fark etmiyoruz. “Farketmiyoruz” dedim, meğer ki gerçekten sonumuza yaklaşmış olalım. Yanılmıyorsam, kimimiz (yolun oralarında) anlayıp öğreniyor kimi şeyi: Susup dinlemeyi örneğin… Yaptığı, gördüğü, işittiği her şeyin ağırlığını bir yerlerinde duymağı; bir çocuk gülüşünün, bir güneş sızıntısının, bir gözyaşının avuçtaki yuvarlıklığını, ferahlatıcı serinliğini, sayısızlığını ya da sayıya gelmezliğini; mutluluğun, acıyı, sevinci art arda ayırım yapmaksızın yaşamak olabileceğini…
Kedilerle doğru frekansı bulamayanların ilk sorunu, onlarla kurulacak ilişkinin insanın kodlarıyla olmasını beklemektir. İçimizdeki iktidarın bitmez tükenmez kudret-i belası, kedilerle ilişkimizde de kendini gösterir. Kendi düşünme ve ilişkiye girme dilini karşısındakine her daim kabullendirme merakındaki insan yine “iktidar” belasından yaklaşamaz kediye.
Kedi sevmek, ilk insandan bugüne kadarki en büyük problem olan iktidardan vazgeçebilmekle başlayacaktır. İnsan kediyi “nankör” olarak adlandıradursun; kedi hiçbir zaman karşısındakine sahip olmamayı göze alarak, bağımlı olmadan ve çoğu zaman da tek yanlı sevebilmeyi başarabilmiştir. İstediği zaman gelip kendini sevdirir, oyununu oynar; ihtiyacı olan ilgiyi göremediği zaman da küsmeden uzaklaşmasını ve başka bir zaman yine aynı heyecanla geri gelmesini iyi bilir. Belki de kedi sevmek ve kediyle bir ilişki kurmak adına düşünülecek ilk adım budur. Bunu görebilmek, kedileri hiç sevmeyecek bir insanın başka bir insanla kurduğu ilişki için de mutlaka düşündürücü olacaktır. Öyle ya, kedi düşlerinin ressamı Karasu tam da böyle seslenir insana: “… kedi sever gibi sevmemeliyiz sevdiklerimizi.”