“Keşke tüm hikâyeler iyi bitse”
IV.
Ertesi sabah, bu defa kendim uyandım. Annem sabah mesaisinde olmalıydı. Yatağımın başındaki konsolda bir bardak süt duruyordu.
Süt beni korkutuyor. Hele anne eliyle yanı başınıza konduysa. Sanki bu hareketle, o sıvı süt olmaktan çıkıyor, aramızdaki bir anlaşmaya dönüyor. Anlaşma doğru kelime olmadı: Borç senedi, demeliyim.
“Aramızdaki bağlılığı ve sadakati bu beyaz ve besleyici içecekle sonsuza kadar ilan eder…”
İmzalar, tarih, kaşe
Anne sütü nasıldı hatırlamıyorum. Ama bu her sabah başucuma konulan bardak, ödevlerimi unutmama izin vermiyor sanki: Kalk, kahvaltı yap, derse yetiş, sınavı unutma.
Ah, unutuyorum, bir de tarihin büyük yalanları var: Severek yaparsan zaten başarılı da olursun. Vıdı vıdı vıdı…
Üstelik bu sütü içmemek daha büyük bir vicdan yükü. Deve çanı gibi boynumuza asılı.
Wuuf!
İstesem olmazdı bu. Sütün üzerinde bir ceset var. Baharın ilk sineği sizlere ömür.
Mutlu bir ölüm gibisi yok. Tok ölmek, hayata ve heyecana doymuş ölmek. Saygıyla eğildim önünde. Bardağı aynen bıraktım. Akşam annem geldiğinde görür. Ona olan sinirim yüzünden değil, bir hatıraya saygısızlık etmemek için içmediğimi anlar.
Kalktım duşa girdim.
Banyoda müziği açabilmek dünyanın kederine değebilir. Su geçirmeyen kablosuz kulaklıklarımı taktım, sesi kökledim.
Muse’in Wembley konserinin siyah beyaz giriş müziği başlayınca suyu açtım.
Müzik ve su arasında bir büyü var. Üstelik rahatça ağlayacağım tek yer burası.
Uzaydan arkadaşlar gelse ve bana deseler, “Nasıl bir dünya burası, neler oluyor?” söyleyecek tek kelimem yok. “Duşa gelin,” derim ama. Burada düşünmeden hissetmek mümkün. Anlamaya çalışmadan, bütün gariplikleri üzerinden sıyırıp atabiliyorum.
Fakat duşa uzaylılarla girmek de nasıl bir kafa!
Dedemin yeşil Hamdi Dalan sabunlarını yerler bunlar.
Dur, işte! Ağlamanın en güzel yerinde gülmeye başlamak çok fena. Hemen kabini açıp başımı uzattım. Aynada yüzümün halini görünce iyice kaydım. Kulaklığı atıp yerde tepinerek kırıldım.
Kapı çaldı.
“Bedo, Bedo… İyi misin oğlum?”
Dedem gürültüme gelmiş olmalı.
“İyiyim. Yok, bir şey.”
“E, hadi çık artık. Bir saattir su açık.”
On beş dakika sonra sokaktayım. Muse yine kulağımda. Varyant’tan aşağıya salıyorum bisikletimi. Eşrefpaşa otobüsleri arkamdan klakson çalıyor. Yol vermiyorum hiçbirisine. Birden arkama taktıklarımdan birini annemin sürebileceği gerçeğiyle sarsılıyorum.
Acaba hangi hattaydı bu ay?
Bisikleti hafifçe sağa çekip yavaşladı. İki tanesi geçti beni. Hiç birisinde yok. Ama beni tanıyan bir şoför arkadaşı da çıkabilir.
Ara sokaklara saptım ben de. Kediler kaçtı önümden. Madam Pi, filelerle karşıma çıktı. Havra’dan geliyor olmalıydı. Her Cumartesi yaptığı gibi önce Havra sonra da Kilise sokağından yeşillik almış. Beni durdurdu.
“Deden nasıl?”
“İyi.”
“Geçen gün dizlerim ağrıyor, diyordu da.”
“Yok, bana bir şey demedi.”
“Demez tabii. Acılarını kadınlara söyler erkekler.”
Durup şöyle bakıyorum. Madam Pi ve Dedem!
“Yok lan! Olmaz öyle şey,” diyorum içinden.
“Neyse, lafa tutma beni. Eve gidip enginar dolduracağım daha. Ah, dur deli çocuk aklımdakini unutturdun bana. Bu Pazar apartmanın akil adamı seçilecek. Benim adayım deden. Mutlaka söyle bunu.”
“Pi Teyze,” diyorum. “Akil adam ne yahu?”
“Ay, yönetici işte. İnsan da akıl mı bırakıyorsunuz bıt bıt konuşmaktan.”
Dönüp yürüyor.
Allah’ım, bu İzmir’de bir akıllıya rastlamak mümkün olmayacak galiba.
Bisikleti dershanenin kapısına çektim. Zinciri geçirip kilitledim. Saat biyoloji dersini gösteriyordu. Koşarak çıktım. Tuvaletlerin önünden geçerken bir el ensemden tuttu. Beni içeriye çekti. Kapı kapandı üzerime. Beni kapan neyse, yere doğru çaldı.
Gözümü açtığımda birisi diz çökmüş bana bakıyordu.
“Sen Nehir’e mi asılıyorsun lan, zibidi!”
Bu çocuğu hiç tanımıyorum. Ötekini de. Kapıya dayanmış, kollarını kavuşturmuş ayıyı hiç görmedim hayatta. Beni savuran o olmalı.
Kalkmaya davrandım ama saçımdan tutup başımı yeniden yere vurdu.
Elini cebime attı. Zincirin anahtarını aldı.
“Camdan gördüm de bisikletini, pek cantiymiş.”
Arkamda duran iki kürek kemiğimin arasına sıkı bir tekme geçiriyor. Nefesim kesiliyor o anda.
Başım iki elimin arasında ne kadar kaldım hatırlamıyorum. Ama bir ara kulaklığı taktım. Konserin neredeyse sonuna gelmişim. Unintended’i söylüyolar lanet olasıca adamlar: “You could be the one I’ll always love”
Kalkıp üstümü başımı silktim. Tuvaletlerden birine girdim. Sifonun zincirine bir kitap başlanmış, sallanıyordu: Defneyi Beklerken.
Çişim yoktu zaten. Klozete oturup kitabı açtım. İlk sayfasında yine aynı mail adresi vardı. Bu defa altı iki kez çizilmiş. Birisi bana mesaj mı veriyordu ne?
Okumaya başladım. Zaten ne zaman canım yansa kitap başı yapıyorum.
Takıntılı ve hüzünlü bir babanın kızı Defne. Aniden kopuyor bu hayattan. Küt! Bir şey çekip alıyor onu. Fişini çekmiyor ama “duraklat” düğmesine basıyor sanki. Sonra Defne’nin eski kayıtlarını dinlemeye başlıyor ailesi. O yoğun bakımda hayatla ölüm çizgisi arasındayken kızın günlüğünü okuyorlar.
Allah’ım birisi de benim kayıt düğmeme basar mı acaba şu hayatta?
Zil çalıyor. Tuvalet kalabalıklaşıyor. Dışarı çıkıyorum. Tişörtüm boğazdan yırtılmış.
Tam tahmin ettiğim gibi bisikletin yerinde yeller esiyor. Bunca yıllık sokak itiş kakışında şunu öğrendim, kesinlikle üzülmeyeceksin. Aldırmazsan daha kötüsü gelmiyor. Bela denilen şey sen kaçtıkça üzerine gelen kartopuna benziyor.
Yerde duran zinciri alıp cebime koydum. Tam da o sırada Nehir çıktı kapıdan. Kitaplarını iki eliyle göğsüne bastırmış. Bu masumiyetinin arka cebince nasıl da o sustalıyı ustaca taşıyor.
Gülümsedi bana. Yine de içim ısındı. İnsan bu yüzden ölümlü işte. Ölümünü sevebiliyor.
Her kafa karışıklığının ilacı olan Kitapçı İsmet Amca’ya çevirdim yolumu.
Ama kitapçı kapalıydı. Camda bir not: “Cenazedeyim”
Kapıya çöktüm. Kitabı açtım. Mail adresi, altı iki kez çizili!
Son sayfayı çevirdim. Son cümleyi okudum: “Keşke tüm hikâyeler iyi bitse.”
09.04.13