Kitap bir coğrafyadır!

Kitap bir coğrafyadır!

KUTLUKHAN KUTLU
Mürekkep Kuşu - 01 Haziran 2016

Alberto Manguel, unutulmaz kitabı Okumanın Tarihi’nde, hem de tam o harikulade kitap hırsızlığı bölümünün girişinde bir taşınma sahnesi anlatır. Taşınırken nakliyecilerle yaptığınız pazarlığın en hararetli tartışma konusunu kitaplar teşkil ediyorsa, söz konusu manzaraya üç aşağı beş yukarı aşinasınızdır zaten: “Yerlerinden alınan eşyaların umulmadık köşelerde ortaya çıkardığı tozun altında kitap kuleleri, çölde rüzgârın yonttuğu kayalıklar gibi duruyorlar.”

Yarı metrukluk hissiyle yoğurulmuş hüzünlü bir manzaradır bu tabii… Ama en azından, benim için daha aydınlık bir karşı yakası da var: Yerlerinden indirilmiş kitapları yeni evlerinde tekrar raflara dizmek.

Epey ev taşıdım. Çoğu insanın bu süreçten, kurulu bir düzeni söküp başka bir yere takmaya çalışmaktan hiç haz etmemesini gayet iyi anlıyorum. Ama şahsen taşınmayı sevmişimdir hep – en azından kısmen. Ve sanırım, bunda başrolü tam da bu kitap yerleştirme ânı oynuyor. Hiç şüphe yok ki, kitaplığa musallat olmuş kitap perilerinin doğurduğu kargaşaya – haydi – bir kez daha el atmak, ortalığa çekidüzen vermek için iyi fırsat sunması bir yana… Başka pek az şey gibi, benimle birlikte ev ev dolaşan, o zaman zarfında da imkânsız sabra sahip bir istilacı güç gibi usul usul, sessiz ve derinden genişleyen bu eşlikçilerin arasında dolaşmak, okuma tarihim içinde yolculuk yapmak gibi geliyor bana. Kar tatilinin İki Sene Okul Tatili, ilk kez Karaköy – Kadıköy vapurunda başlanmış Mahşer, Taksim’de bir otelde ilk mısraları okunmuş 75 numaralı Edmund Spenser sonesine de yer veren beş ciltlik İngilizce şiir antolojisi…

“Bir gün adını kumsala yazdım / Dalgalar geldi, aldı götürdü” diye, başarısızlıkla, noksanlıkla başlar Spenser’ın şiiri. Sevgiliye olan aşkı ölümsüzleştirme çabasındadır şair. Nihayetinde başarıya ulaştığını biliriz, benim şu satırları yazıyor olmam bunun ispatı zaten. Fakat bu “kalıcılık”ın kendisinden daha ilginç olanı, onu elde edişinin safhalarıdır. Sonunda sevgilinin “erdemlerini ebedileştiren” şiirdir, ama ondan önce kumlara yazılan yazı gelir. Bu durum, ister istemez yazıyı ne kadar ölümsüz görsek de, aslında varoluşu için bir taşıyıcıya muhtaç olduğunu hatırlatıyor bize.

Alberto Manguel bir başka kitabında, merakın izini sürdüğü Curiosity’de değiniyor bu konuya: “Hiçbir metin tamamen sanal değildir; her metin, elektronik metin bile, hem kelimeleriyle hem de o kelimelerin varolduğu uzamla tanımlanır.”

Her ne kadar kitapları bazen muhayyilemizi besleyen soyut pınarlar gibi görsek de, aslında elbette ki “somut”lukları onlarla ilişkimizde hayati rol oynuyor. Mesele şu ki, okumak, türümüzün tabiatında olan bir şey, bahşedilmiş yüce bir haslet değil. Tür olarak, bu işi öğrenmemiz gerekti – ve her bir ferdimiz de bu öğrenme sürecinden geçmeye devam ediyor. Basılı bir kitabı okurken kafamızda neyin nerede olduğuna dair bir tür zihinsel resim, bir harita oluşturarak başarıyoruz bu işi. Bu da kitapları bir bakıma “coğrafya” haline getiriyor. Ve o coğrafyanın içinde aslında görme dışındaki duyularımızın da katıldığı (Sayfa çevirirken parmağınızı yalıyorsanız, tat alma duyusuna kadar!), tamamen fiziksel bir yolculuk da yapıyoruz. İzleri bile kalıyor bu yolculuğun: “Düşülmüş notlar, lekeler, çeşit çeşit işaretler, belirli bir yer ve zaman bu cilde bir kimlik kazandırır ve onu değer biçilemez bir basılı metin yapar,” diyor Manguel. E-kitapların yaygınlaşmasıyla birlikte yapılan araştırmalarda, basılı kitapların bu “coğrafi” niteliğinin özümseme ve hatırlama konusunda bazı avantajlar sağladığına işaret ediyor.

Geçen sene internetin “babalarından” sayılan Google Başkan Yardımcısı Vint Cerf, endişe verici bir uyarıda bulundu: 21. yüzyılda bizi bir “dijital karanlık çağ”ın bekleyebileceğini söyledi. Sebebini de, artık her şeyimizi dijital tutuyor olmamız sonucu, format değişimlerinden, hatta medya değişimlerinden dolayı bir süre sonra eski verileri okuyamayacak hale gelme ihtimalimiz olarak açıkladı. Bu uyarıyı ilk okuduğumda zihnimde hemen uyanan, William Gibson’ın enteresan ve kehaneti keskin bilimkurgu kitaplarından Idoru’da çizilmiş metruk bir dijital gelecek olmuştu: Terk edilmiş web sitelerinin hayalet kasaba kabilinden birer mekân olarak tasviri. Soyutu cisimleştirme meylimizin epey akılda kalıcı timsali. Biraz Manguel’in taşınma sahnesini de hatırlatıyor, değil mi?

Daha 2010’da, insanlık tarihinde 2013 yılına kadar ürettiğimiz toplam veri miktarını her iki günde bir üretmeye başlamıştık. Hepsinin kuma yazılan yazı gibi yok olması fikri son derece ürpertici. (Kaybolacak tüm o kedi resimlerini düşünün!) Acaba okurlar olarak içten içe bu dijital kuşatmada tekinsiz bir şeyler, hayal meyal bir alarm sesi duyduğumuzdan sosyal medyaya kitabın cismini hatırlatan resimler yağdırıyor olabilir miyiz? Tüm o kitaplarla kahve fincanları, tutkumuzun nesnesine, yani kitaba kelime anlamıyla bir “nesne”, güvenilir bir yoldaş olarak tutunmaya devam etme arzumuzdan geliyor olabilir mi?

ABD ve İngiltere’de basılı kitaplarda, özellikle de ciltli ve özel basımlardaki artış da sanki durumun biraz böyle olduğunu gösteriyor. Bu uğurda kitap, internetin suretler dünyasında sadece ismiyle ya da kapak resmiyle değil, başka nesnelerle çevrelenerek, cismaniliği tahkim edilmiş halde arzı endam ediyor artık. Yardakçısı kahve ise, bu “cisim”liğin (kediyle birlikte!) uyandırdığı dokunma hissini, tat ve kokunun imasıyla desteklemiş oluyor. Böylece, kitap yeniden birçok duyunun dâhil olduğu bir coğrafya haline geliyor.

Yalnız… kitaptır, kahvedir derken kediyi sevecek el kalmadı, farkındasınız, değil mi?

, , , , , , ,
Share
Share