Korsan
Okul nihayet bitti. Mezun olduğuma kendim bile inanamadım. Annemler hiç üşenmeyip cümbür cemaat kep törenine geldiler. O sıcakta cübbe ve keple sırtımdan terler süzülerek ne kadar akraba varsa hepsiyle tek tek fotoğraf çektirdim. Annemle yurda gidip eşyalarımı topladık. Dört yıl önce ağlayarak beni bu yurda yerleştirmeleri, yurtta geçirdiğim ilk gece, okuldaki ilk günüm, artık üniversiteli olmanın gurur ve sevinci, yabancı bir şehre alışmanın tedirginliği tek tek gözümün önünden geçti. Zaman ne çabuk ilerliyor.
Otobüste babamla yan yana oturup yola henüz koyulmuştuk ki, ben önümde bekleyen parlak geleceğin hayaliyle gözlerimi kapadım. Turizm ve otelcilik okumuştum. İki yabancı dili iyi kötü öğrenmiştim. Büyük bir otele girecek, kısa sürede yükselecek, otel müdürü olacak, iki kapılı, son model bir araba alacak, otele gelen müşterilerden güzel bir kıza âşık olup evlenecektim. Bunları düşünürken, yüzüme ister istemez bir gülümseme yayılıverdi. Babam da bunu fark etmiş olmalı ki, dirseğiyle dürterek beni bulutların üstünden yere indirdi.
“Eh, okul da bitti, söyle bakalım ne yapacaksın şimdi hergele?”
“Hiç işte,” dedim. “Mesleğimi yapacağım elbette.”
“İş bulmak kolay mı öyle?” dedi. “Bak bizim Hasan’ın oğluna, o da senin bölümü okudu, üstelik üç lisanı anadili gibi konuşuyor. Ama mezun olalı bir yıl geçtiği halde, bir baltaya sap olamadı. Bütün gün evde yan gelip yatıyor, hâlâ daha baba parası yiyor.”
Babam bu, ne zaman iyi bir şey hayal etsem, böyle kötü örnekleri yüzüme bir tokat gibi yapıştırır. İnsanın moralini bozmakta üstüne yoktur.
Onun bu sözlerini arkamızdaki koltuktan duyan annem imdadıma yetişti.
“Benim oğlum onun gibi, öyle mi? Hemen bir iş bulur, bak görürsün,” dedi. Değil mi ki, yaz tatillerinde bile çalışmış, öğrenci halimle para biriktirmiştim.
Annem haklı, demeyi çok isterdim ama maalesef her zamanki gibi babamın dediği oldu. Eve döndükten hemen sonra iş aramaya başladım. Ne kadar büyük otel varsa hepsine teker teker özgeçmişimi yolladım. Birinden bile cevap gelmedi. Sonunda, daha küçük otelleri denedim. Birkaç görüşmeye de gittim ama sonuç her zaman hayal kırıklığıydı. İngilizce’yi yabancı dilden saymıyordu bile adamlar. Zaten herkes biliyormuş. Almanca desen, artık eskisi gibi Alman turist de gelmiyormuş. Varsa yoksa Araplar. Bu devirde para kimdeyse onun dilini konuşmak gerekiyormuş meğer.
Gerçekten de, İstiklal Caddesi’nde bir mağazada çalışan liseden bir arkadaşımı görmeye gittiğimde caddede Türk’ten çok Arap vardı.
Arkadaşımın çalıştığı yer beş katlı bir giyim mağazasıydı. O, erkek reyonunda işe girmiş.
“Sabahın köründen gece yarılarına kadar Araplar’a gömlek kravat beğendirmeye çalışıyorum,” dedi.
Yine de haline şükrediyordu. Muhasebe okumuştu.
“Şimdi yaşlı bir muhasebecinin yanında defter tutsam bundan iyi mi olacaktı yani?” dedi.
Onu mutluluğuyla baş başa bırakıp oradan ayrıldım. Mağazaların Araplar’a göre düzenlenmiş abartılı ve zevksiz vitrinlerine bakarak yürüdüm. Moralim iyice bozulmuştu. Bu kadar sene oku, çabala, sonunda diplomanın bir halta yaramadığını öğren.
Eve döndüğümde bizimkilerde bir heyecan! Baktım, babam yemekten sonra kahve istiyor, anladım ki az sonra beni karşısına alıp ciddi bir konu açacak. Annem kahvesini getirir getirmez koltuğuna kurulup, beklediğim konuşmaya başladı.
Bunca zamandır kendi kendime bir halt edemediğimi görünce, gidip asker arkadaşlarından birinin bir tanıdığıyla konuşmuş. Adam Sultanahmet’te bir otelin müdürüymüş. Gelsin, bir görüşelim, demiş.
“Yarın takım elbiseni giyip öyle gidersin,” dedi.
“Hangi takım elbiseyi?” diyecek oldum.
En son takım elbiseyi altı sene önce ablamın düğününde giymiştim ve artık içine girmem imkânsızdı. Annem elinde bir askıyla önümde bitti. Lacivert bir takım elbise, pırıl pırıl, jilet gibi bana bakıyordu.
“Baban almış, kalk bir giy de paça boyunu alayım,” dedi annem.
Kendimi o elbisenin içinde hayal edemesem de çaresiz boyun eğdim. Damatlara benzeyen halimle, yerde eğilmiş annemin hayranlık sözlerini dinleyerek aynanın önünde dikildim. “Benim yakışıklı oğlum, damatlığını da görürüm inşallah,” diyordu. Yakışıklı olduğumun fark edilebilmesi için takım elbise giymem gerektiğini bir kere daha anlamış oldum.
Ertesi sabah erkenden kalkıp Sultanahmet’e gittim. Oteli bulmam zor olmadı. Otel müdürü beni yarım saat beklettikten sonra nihayet huzuruna erişebildim. Hulusi Bey, babam yaşlarında gür bıyıklı, çatık kaşlı ve bütün göbekli adamların olduğu gibi, babacan biriydi.
Takım elbisenin içinde daralmış, yolda kravatımı çözüp cebime tıkmıştım. O heyecanla görüşmeye girerken takmayı da unutmuşum. Eyvah, dedim içimden, şimdi babam gibi bir adamsa sırf bu nedenle işi bana vermez! Neyse ki, fazla bir şey sormadı. Bir önündeki özgeçmişe, bir tepeden tırnağa bana baktı.
“Akıllı bir delikanlıya beziyorsun,” dedi, nereden anladıysa! “Bak, ben de bu işe tuvalet temizliğinden başladım. Üstelik öyle senin gibi okullu da değilim. Alaylıyım, yani çekirdekten yetiştim.”
Allah’tan bana önerdiği pozisyon tuvalet temizliği değil, resepsiyon memurluğuydu.
“Hele bir oradan başla, yavaş yavaş yükselirsin,” diye sırtımı sıvazlayıp beni yolcu etti.
Böylece, üç kuruş paraya günde en az on saat ayakta dikildiğim, gece mesaisine kaldığımda feleğimi şaşırdığım bir işe başlamış oldum. Üç vasıta değiştirerek işe gidip geliyor, döndüğümde yorgunluktan sızıyordum. Hayallerimi artık düşünmez olmuştum. İçlerinden gerçekleşen sadece bir tanesiydi. Son model değil ama biriktirdiğim parayla ikinci el bir araba alabildim.
Tek izin günümde arabama atlıyor, deniz kenarında bir çay bahçesine oturuyor ve Hulusi Bey’in geldiği makama ulaşmak için daha kaç yıl böyle çalışacağımı hesaplıyordum. İşte böyle bir gün, yine asık bir yüzle denizi seyrederek, yarın sabahın köründe yine yollara düşeceğimi düşünürken, İstiklal Caddesi’ndeki mağazada ziyarete gittiğim arkadaşıma rastladım. Gelip masama oturdu. Keyfi yerindeydi.
“Ne diye öyle arpacı kumrusu gibi düşünüyorsun?” dedi.
Halimi anlattım.
“Boş versene okulu, diplomayı,” dedi. “Bu devirde işini bilecek, nerde para varsa gönül indirip o işi yapacaksın.”
Meğer, çalıştığı yerden ayrılmış. Bir araba almış, korsan taksiciliğe başlamış.
“Şimdi, eskiden aldığımın en az iki katını kazanıyorum. Hem, çalışma saatlerimi de kendim ayarlıyorum,” dedi.
Madem arabam vardı, istersem bana da bağlı olduğu yerde bir iş ayarlayabilirdi.
Eğer ertesi gün otelde Japon bir turistin şımarıklıklarına dayanamayıp adamın yakasına yapışmasam ve Hulusi Bey’den esaslı bir azar işitmesem, arkadaşımın söylediklerini ciddiye alacak halim yoktu. Ama o gece kararımı verdim. Annemle babama bir şey söylemeden otelden ayrıldım.
Sabahları yine aynı saatte evden çıkıyor, bir kahvede oturup cep telefonumdan çağrılmayı bekliyordum. Gerçekten de kısa sürede işlerim iyi gitmeye başladı. Söz verdiğim saatte, söz verdiğim yerden müşteriyi alıyor, öğrendiğim bütün kestirmeleri kullanarak istediği adrese bırakıyordum. Üstelik, bir kere arabama binip de arabanın temizliğine ve benim efendiliğime hayret eden müşteri, ondan sonra yine beni istiyordu. Adım “üniversiteli, efendi çocuk”a çıkmıştı.
Bir süre sonra annemle babama da, işten ayrıldığımı, bundan sonra serbest çalışacağımı, hem de daha iyi para kazanacağımı olabildiğince “korsan” sözünü etmeden anlattım. Yaptığım iş bir “taşıma servisi” idi.
Uzun yaz günlerinde daha çok iş çıkıyor, bin bir çeşit insanla karşılaşıyordum. Polise yakalanmamak için müşterinin arkada değil, yan koltukta oturması, herhangi bir kontrol olursa polise, “tanıdığım, akrabam” gibi bir şeyler demesi gerekiyordu. Neyse ki, o güne kadar polise hiç yakalanmamıştım.
Kaderimi değiştiren olay böyle bir yaz günü gerçekleşti. Bana verilen adrese gittim. Uzun süre apartmanın önünde nazlı müşterinin aşağı inmesini bekledim. Sonunda, kızıl saçlı, bütün kolları dövmeli, yüzü piercing’li güzel bir kız, bavulunu çekiştirerek kapıdan çıktı.
“Havaalanına,” dedi, yanıma otururken.
Yol uzun, ister istemez sohbet etmeye başladık. Adı Buse’ymiş. Konu döndü dolaştı yaptığım işe, neden bu işi yaptığıma geldi. Anlattım.
“Boş ver, en iyisini yapmışsın,” dedi. “Bu devirde kim kendi işini yapıyor ki? Ne okuduğunun değil, yaptığın işi sevmen, hakkıyla yapman önemli.”
İçimden, nihayet beni anlayan biri çıktı, diye düşünürken, karşıdan polis, çek kenara, işareti yaptı.
Camı açtım. Ehliyeti, belgeleri uzattım.
“Yanınızdaki hanım?” diye, Buse’yi işaret etti polis.
Ben daha ağzımı açmadan Buse, “Nişanlısıyım,” dedi.
Polis bir ona, bir bana baktı. Pişkin pişkin sırıttı. “Nereden bileceğim?”
O böyle der demez, Buse aniden dudaklarıma yapıştı. Baktı ki iş uzuyor ve ahlak sınırlarını zorluyor, “Tamam tamam, hadi gidebilirsiniz,” dedi polis.
Bu olayın üstünden tam üç ay geçti. Kazandığım parayla arabamı değiştirdim, annemleri güç bela razı edip stüdyo bir daireye taşındım, şimdi Buse kız arkadaşım ve yakında polise söylediğimiz o yalan gerçek olacak. İnsan her zaman hayal ettiği hayatı yaşayamıyor ama önemli olan mutlu yaşaması değil mi?