Koşun, bayram geliyor!
Önce turizm şirketleri ve hatta uçak şirketlerinin reklam saldırısına uğradık. Bayram tatili sayesinde gidebileceğimiz yerleri, şehirleri, mekânları, hatta ülkeleri bize hatırlattılar. Ayağımızı yere sağlam bastık. Henüz unutacağımız kadar geride kalmamış olan önceki bayramın anılarıyla, bu bayramın imkânlarını daha soğukkanlılıkla gözden geçirdik.
Şimdi hep bildiğiniz gibi, bayramlarda ya kendi şehrinde kalırsın ya da başka yerlere gidersin. Yurtdışında ve yurtiçinde, ya bildiğin bir yere ya da daha önce hiç gitmediğin ama methini duyduğun bir yere. Bir de ailelerini görmek, birazcık da işi ucuza getirmek için “memlekete” gidenler var. Yani doğdukları ve ailelerinin bir önceki kuşağının oturduğu yere. Bu “memleket” dönüşlerinin, bazen eşe dosta da faydası oluyor. Sırık domatesi, tarhana vesaire gibi “köy” mahsullerinden nasibimizi alıyoruz. Öte yandan, tatilciler eğer karayoluyla giderler ve dönerlerse, bir ay kadar, gidiş ve özellikle dönüşteki trafik durumunu (rezaaaleet!) dinlersiniz. Bir dahaki bayrama kadar da unutursunuz ama.
Bilmediği ve methini duyduğu yere gidenler de, bildikleri ve beğendikleri yere gidenler de, trafikten aynı şekilde şikâyet eder. Zaten bilet bulmak ve yer bulmak da derttir. Her yer fazla kalabalıktır, insanlar düşüncesizdir, düş kırıklıklarıyla karşılaşırsınız. Ve dinlenmeye değil de izci kampına gitmiş gibi yorgun argın dönersiniz.
Bu nedenle, ben size ikinci alternatifi tavsiye edeyim. Şehrinde kalmak. Benim durumumda bu, İstanbul’da kalmak oluyor. Hani şu hem herkesin gidip yerleşmek istediği, hem de her şeyinden şikâyet ettiği şehirde. Benim halim ise içler acısı. Çünkü İstanbullu’yum, yetmiş beş yıldır bu şehirdeyim. İstanbul’u çok severim, bugün bile başka bir şehre yerleşmeyi düşünmeyecek kadar. Ne yazık ki, bir vakittir İstanbul’a da tahammül etmekte zorluk çekiyorum. Mayısta iki kere Ankara’ya gittim; ikinci seferinde serin, sakin ve yeşil sokakların adını ezberime almaya çalıştım. Aşağı Ayrancı ve Sheraton’ın hemen üstü gibi. Neyse ki, bu hevesler bir haftada başlayıp bitiyor. Küçük ve nispeten sessiz şehirler insana cazip gelebiliyor, ama “turistik şehirler” için aynı şey söz konusu değil, çok şükür.
Belki de onun için, tatile gittiğim çok enderdir. İki yıldır, “Bari ayaklarımı denize soksam,” gibi mütevazı bir dileğim vardı, olmadı. En sonunda aile fertlerimin bana yâr olmayacağını anlayınca, bayramdan hemen sonra (hiç değilse Araplar’ın bir kısmına şaşırtmaca veririz umuduyla) dört beş gün adaya gitmeye karar verdim, Büyükada’ya. Kardeşim de bana refakat edeceğini söyledi. Hatta otelleri bile inceledim ve iskeleye yakın olanlarda karar kıldım. Arabam olmadığı için, bir saatten kısa sürede deniz aşılarak ulaşılacak bir yer cazip geliyordu, ama kendimi faytonlara emanet edecek halim de yoktu. Doğrusu, atlara da acıyorum. Bisiklete binmem zaten söz konusu değil. Ne var ki, bu yıl hiç görmedimse de adaları çok severim. Biz yazlığa, Kartal’a ve Maltepe’ye gittiğimiz için, hep burnumuzun dibindelerdi. Sık sık motorla gider, gezer, voleybol takımımızın maçlarını izler, hatta bazen Lefter’i oynarken izleme şansı bulurduk.
Öyleyse bu, şehirde kalmanın birinci maddesi olsun. Şehirdeki bir yere gitmek. Kalabalık sevmediğim için, ben, bayramdan sonra gitme hakkımı kullanabilirim. Ama siz isterseniz bayramda da gidebilirsiniz. Belki içinizde, adada yazın ev kiralayan vardır, kendi kovuğunuza çekilirsiniz. Hele Boğaziçi’nin iki yakasından birinde oturma şansına sahipseniz, hiç oraya buraya gitmeye kalkmayın derim. Farkındaysanız, birkaç yıl önceki “bayram” reklamlarında, çocukları gelmedi diye gözleri yaşaran ihtiyar aile fertleri, artık onlarla yola düşüp tatile gitmeye, denize girmeye başladı. Demek ki, gözler kapıda bizi beklemeyecekler. Pardon, beklemeyeceğiz demek istiyorum.
Benim gördüğüm bir reklamda da İstanbul’da neler yapılması gerektiği konusunda tavsiyeler vardı. Boğaz’ı gezmek mesela, güzel bir balık yemek. Ki bunu başka semtlerde de yapabilirsiniz. Öncelikle lüks bir balık lokantası ile taze balık yiyeceğiniz kesin olan salaş bir lokanta arasında seçim yapmak gerekir. Gerçi İstanbul’da lokanta sıkıntısı çekmezsiniz ama, gene de yemeği birinci plana almayın derim. İlle de yiyecekli bir şey yapmak isterseniz, vapurla bir yere giderken martılara simit atın. Çok memnun kalıyorlar.
Tabii, Boğaz’da gezmek de güzel bir fikir. Ama tanımadığınız bir sürü insanın doluştuğu bir tekneyle en ortadan gitmektense, arkadaşlarınızla bir tekne tutmanızı öneririm. Biz, bir arkadaşımızın doğum gününde yaptık, dilenci postası gibi her iskeleye uğraya uğraya, saatlerce gezebiliyorsunuz. Yemeklerinizi kendiniz bile götürebilirsiniz. Hanım arkadaşlar bunu yapmaya hevesli de olabiliyor. Tekne alternatifi biraz tuzlu görünürse, gene de yabancılarla bir motora tıkışmayın, Boğaz’ın iki yakasını karşı yakadan seyretmeyi tercih edin.
Ya da arabanız varsa, kıyı kıyı, bir uçtan bir uca gidersiniz. Sakın bu noktada bana, yukarıda şikâyet ettiğim trafiği hatırlatmayın. Çünkü o trafiğe neden olan kişiler, hatırlarsanız, bayram tatilini şehir dışında kutluyor.
Bana, yazın ve bilumum tatillerde şehri terk edenlerin, şehri gezilebilir hale getirdiğini editörüm hatırlattı. Doğrudur, bu bayram da böyle bir hediyeyle karşılaşacağız diye umuyorum. Birinci köprü çalışmaları da bitti, köprülerin de tadına doyum olmaz, Asya-Avrupa bile dolaşabilirsiniz. Böylece, trafik makulken şehirde gezmenin ne kadar hoş bir şey olduğunu da hatırlarsınız. Fırsatı boşa geçirmeyin, çünkü bayram tatilinin sonunda okullar açıldığı için, 8-9 ay bir daha böyle bir sefayı zor bulursunuz.
Aile ziyaretleri de belki bayram sonrası ya da bayram öncesi yapılıyordur, bilemiyorum. Bana gelmeseniz de olur, kızımla oğlumu bekliyorum. Eh, demek ki bu da şehirde kalmanın keyifli yanlarından biri. Biz vaktiyle Nokta’nın ekinde, uzun süren bir bayram nedeniyle yazdığımız yazıya “Portakal, Orda Kal” diye başlık atmıştık. Değiştirmemiz istendi mi, hatırlamıyorum.