“KÖTÜ” olan kazansın
Son yıllarda televizyonlarda birbiri ardına yayınlanan yarışmaların ne kadar tuhaf bir hâl aldığına dikkat ettiniz mi? Rekabet ve macera duygusundan çok “dedikodu” güdüsünü gideren programlar halini aldılar…
Biraz geriye gitmeli aslında; bilhassa Popstar yarışmalarına uzanmalı. Yarışmanın kazananını ve kaybedenini değil de, yarışma haricinde nelerin yaşandığını bir hatırlamalı. Bir yarışmacının eski bir suçlu olduğu ortaya çıkmış, iki finalist yarışmacı arasındaki aşk dedikoduları günlerce “gündemimizi” meşgul etmişti.
Benzer bir yarışmada da, jüri üyesiyle yarışmacının aşkı ülke gündemini yerle bir etmişti. Zaten bu ikinci yarışmanın ön elemelerinde, birbirinden kıymetli sayın jüri üyeleri, önce star adaylarının sesini, sonra da “hikâyesini” dinliyorlardı! Başarı hikâyesine ihtiyaç duyulan bir dönemdeydik belki de…
Tıpkı Horace McCoy’un Atları da Vururlar isimli eserinde olduğu gibi. Kitabı okuduğunuzda, ya da tiyatrosunu veya filmini izlediğinizde, geçtiğimiz on yıl içerisinde farklı formatlarda izlediğimiz bütün yarışmaların aynı “skandal” olaylar çerçevesinde ilerlediğine tanık olursunuz. Amerika’daki büyük buhran zamanında, birkaç eyalet ve kasabada düzenlenen dans yarışmaları/dans maratonları, aslında kriz döneminde “kitlelere sunulan bir afyon” olarak değer kazanmış ve yeni sömürü alanları açmıştı! Yani oyunun kurallarının daha önceden belirlendiğini aktarıyordu McCoy!
Bu mühim hatırlatmadan sonra, bugün farklı formatlarda izlediğimiz, birbirinden farklı yarışmalarda aynı unsurun kullanıldığına tanıklık ediyoruz: “Dedikodu” veya dedikodusu yapılacak herhangi bir bilginin itirafı…
Aslında, biraz da tersinden baktığımız zaman, şimdiye kadar milletçe “özel hassasiyet” gösterdiğimiz(i iddia ettiğimiz), öyle olmakla övündüğümüz unsurların tuhaf bir hal aldığını görmemiz mümkün olacaktır. Yarışmaların zararlarına veya kötü örnek olduklarına dair değil, söylemek istediklerim. Daha çok, büyük bir çelişkinin ilanı olmalarına dikkat çekmeye çalışıyorum. Şimdiye kadar “ne kadar misafirperver” olduğumuzu her fırsatta dile getiren -klişe söylemle- ‘yurdum insanı’nın, beş günlük yemek maratonunun sonunda verilecek birkaç bin liralık büyük ödülü kazanmak için ne hallere düştüğünü görmüştük. 5 ayrı yarışmacının, sırayla birkaç çeşit yemek yapıp kurdukları sofralarda diğer yarışmacıları ağırladıkları ve maharetlerini sergiledikleri yarışmada, günün yarışmacısına konuk olanlar, diğer yarışmacıyı her fırsatta çekiştirirken; evden gittikleri anda kameralarla baş başa kalan yarışmacı da, ülkece övündüğümüz “yüksek değerler”den arınıp, A Hanım’ın ne kadar edepsiz, B Bey’in ne kadar kılıksız olduğunu dile getirmekte hiçbir sakınca görmüyordu.
Yemek masasından kalkıp tropikal bölgede bir adada kalan gönüllü ve ünlüler ise, adaya gitmelerinin üzerinden daha birkaç gün geçmişken, genellikle sucuk ekmeği ve lahmacunu ne kadar özlediklerini ağlayarak itiraf eder hale geliyorlar. Boşuna dememişler, “Allah muhtaç etmesin,” diye. Çünkü o hafta kazanamayan ekipte olan yarışmacılar, birgün daha kendi avladıkları balığı yemek zorunda kaldıkları zaman, mağlubiyete sebep olan başarısız arkadaşlarının arkasından ağzına geleni söylemekte bir çekince görmüyorlar. Ada hikâyesinden daha çok “magazin” programlarına malzeme çıktığı bir gerçek. Zira oradaki başarı hikâyesi, zamanın Popstar veya bugünün diğer “yetenek” yarışmalarındaki o “en dipten zirveye” başarı hikâyesinden daha farklı bir yapıya sahip!
Bilgiye dayalı yarışma programları ise, içeriklerinden ötürü dedikodu veya benzeri hikâyeler sunma noktasında oldukça az bir malzeme barındırıyorlar. O yüzden izleyicinin de, bu yazının da konusu bu tip yarışmalar değil. Ama, en büyük maharetin kutu açmak olduğu yahut Michael Jackson’ı en iyi taklit eden köpeğin finale kaldığı yetenek yarışmaları da sanki bir sosyal sorumluluk projesiymiş gibi sunuluyor. Kutularda gizlenen büyük ödüllerin sözlük tanımı, “falanca kardeşimin ameliyat masraflarını karşılayacak” para miktarı olarak değiştirilebilir. İşin tuhaf yanı, yarışmaya katıldığında aylık gelirinin 1000 lira olduğunu “şükrederek” dile getiren yarışmacı, finalde “hissettiği büyük ödülün” sandığı kadar büyük olmadığını görünce göz yaşlarına boğulup, “Keşke 75 bini kabul etseydim,” diyebiliyor! Çünkü 50 bin lira (final öncesi yarışmacının 50 aylık geliri) nasılsa onun ihtiyacını karşılayamayacak hale geliyor!
Burada para insanı ne hale getiriyor, demek gibi bir derdim yok ama, asgari ücretin 1000 lira bile olmadığı bir ülkedeki bir yarışma programında kazanılan 25 bin lira beğenilmediği zaman, memleketin haliyle ilgili endişe sahibi olabiliyor insan.
Tam bu programlardaki halimize bakıp, gülelim mi ağlayalım mı’ya karar vermeye çalışırken, “karı-koca”, “sevgili” veya “nişanlı” çiftlerin birbiriyle kıyasıya ve birbirini kırasıya giriştikleri yarışmada yaşananlar ise evlere şenlik! “Sen evde görürsün,”le başlayan tehditlerin sonrasında çiftlerin birbirini motive etmek için kurdukları cümleler, bugüne dek memlekette “töremize uymaz” bahanesiyle “cinayet sebebi” sayılmışken, yarışmanın en önemli dinamiği halini almış durumda. İlk haftalarda seyrek karşılaşılan “skandal” anonslarıyla haber edilen cümleler her hafta gazete veya televizyonların internet sayfalarında haber değeri buluyor! Üstelik iki ayrı kanalda benzer formatta seyreden yarışmada çiftlerin birbirlerine kurduğu tehdit veya motivasyon cümleleri neredeyse aynı! Daha düne kadar adını bile bilmediğimiz “on beş dakikalık” ünlü çiftler, kendi yatak sırlarını bile ölçüsüzce ağızlarından kaçırabiliyorlar! Ne de olsa kazanmak için her yol mübah…
Elbette bugünün dünyasında, televizyonculuk anlayışının farklı bir hal aldığı günümüzde birbirinin aynısı yarışma programları olmaya devam edecek. Ama ülkece bu kadar çelişkiyle dolu, daha doğrusu “riyakâr” davranmanın da bir ölçüsü olmalı gibi geliyor bana!