Müzeler el çırpıyor!
Dünya Müzeler Haftası’ndayız. Hem dünyanın her yanındaki müzeler, hem de müzeleri ziyaret etmekten mutluluk duyan insanlar bu günü, bu haftayı kutluyor. Her yıl bu gün için bir tema da belirleniyor. Oysa bizim çocukluğumuzda, müzeleri sevip sevmeyeceğiniz, biraz da sizi götüren, birlikte gittiğiniz kişilere bağlıydı. Şimdi bu tema müzelerin sadece koleksiyonlarına değil, çevrelerine, şehirlerine, köylerine ve ait oldukları topluluklara karşı sorumluluklarının da altını çiziyor. Diyor ki, bütün müzeler insanlar ile çevreleri arasındaki bağları güçlendirsin.
Böyle toplantılar, konferanslar, temalar bize çok da gönül çelici gelmeyebilir ama, bu tür ulusal ve uluslararası çalışmalar sonucunda müzelerin geldiği yeri seviyoruz. Şehrimizin bir parçası olmalarını, bizimle birlikte büyümelerini de. Onları ziyaret edemeyeceğimiz kadar uzaktaysalar eğer, dünya kültürüne, dolayısıyla bize yaptıkları katkılar için sevinip el çırpıyoruz. Hemen yanımda bir Liverpool limanı resmi var. Topal topal dolaştığım o güzel, koca liman ve içindeki sevdiğim, andaçlar edindiğim müze: Tate Liverpool. Gündelik hayatın her parçasına ait bir şeyler içeren, restoranını da çok beğendiğim müze. Biraz da, hep Liverpool ile aynı nefeste anılan dört genç müzisyen yüzündendir belki. Liverpool, Beatles’ı bugün de yaşatıyor.
Hiç görmeden çok sevdiğim müzeler de var ama. Gerçi hiç görmemiş sayılır mıyım, bilmiyorum. Görselliğin bunca baskın olduğu bir dünyada; sinema, televizyon, internet kanalıyla bazen öyle bir görüntü sağnağında kalıyoruz ki, adım atmadığımız yerleri tanıdığımızı sanıyoruz. Örneğin, ben Londra’ya ilk gidişimde tanıdığım, adım adım dolaştığım bir yerdeyim sanmıştım. Yağmur inatla yağmadığı halde. St. Petersburg’u görünce böyle bir duyguya kapılmam herhalde. Ancak, Alexander Sokurov’un harikulade filmi Russian Ark sayesinde, herhalde Hermitage Müzesi’ni çocukluğumdan beri ziyaret ediyormuş gibi olurdum. Ama en aşina olduğum müze Louvre olsa gerek. Sadece hareketli görüntüler değil, kitaplar ve resimler sayesinde ve çok sevdiğim eski ressamları yaşatan tablolar hürmetine… Dünyadaki diğer müzelerin başında ise, İKSV’nin tasarım mağazasındaki ürünlerin de etkisiyle, MoMA gelir benim için. Kendimi basbayağı MoMA ile canlı bir ilişki içinde gibi hissederdim. Ne yazık ki, artık mağaza yok, internet kanalıyla ulaşılıyormuş. MoMA, yani Museum of Modern Art / Modern Sanat Müzesi yaratıcılığa alkış tutan, bize esin sağlayan bir müze. Olağanüstü sergileri ve modern eser koleksiyonu, ona diğer büyük müzeler arasında farklı bir yer sağlıyor. Hem de eğlenceli…
Buralara gelince, herhalde okuldayken Ayasofya’ya ve özellikle de Topkapı’ya götürülmemiş çocuk yoktur. Öğretmenleri ya da ailesi tarafından. Benim şansıma, annem de, ilkokul öğretmenim İhsa Hanım da insanı böyle yerlere düşman etmeyip, tam tersine güzelliklerin ve tarih mirasının kıymetini bilmeyi öğretebilen insanlardı. O sayede de, buralardan suratımı buruşturup çıktığım olmadı hiç. Daha ileri yaşlarda gittiğim Arkeoloji Müzesi’ne, tarih, güzel, sanatlar ve edebiyat seven bir çocuk olarak, hayranlık duyarım.
Çocukluğumdan beri birkaç kez ziyaret ettiğim iki müze de, semtim Beşiktaş’taki Resim-Heykel Müzesi (aslında, Akaretler) ile merkezdeki Deniz Müzesi’dir. Denizi ve denizcileri severdik, en çok da çocukluğumuzun kahramanlık romanlarının eksikliği hissedilmeyen denizci kahramanları… Deniz Müzesi’ni nedense Beşiktaş’ın özel müzesi sayardım. Bazen hemen yanındaki Barbaros Meydanı’nda oynadığımız için belki. Şimdi ise, aramızda daha da derin bir bağ oluştu. Çünkü Deniz Müzesi artık seçkin klasik konserlere de mekân oluyor.
Kapılarını son yıllarda aşındırdığımız müzeler de var. Önce, özel bir müzeden, Rahmi Koç Müzesi’nden söz edeyim. Neler bulmadık ki burada! İcatlara hayat veren koleksiyon parçaları, çocukluğumuzun dükkânlarını hatırlatan dükkânlar, bir Türk filminde karada ve suda gittiğini gördüğümüz otomobil, vagonlar ve hepsi bir yana, Harry Potter’ın uçan arabası. İkinci kitaptan sonra müzeye geldi, hatta söyleşi yapmak için beni arabaya bile bindirdiler. Bir de uçsaydı daha iyi olacaktı ama, bu da yeter, dedim.
Diğerleri ise, adlarıyla bile bizi heyecanlandıran sanatçıların, geniş kapsamlı, uzun süreli sergilerini sunan Sabancı Müzesi (köşkün bahçesine de hayranım) ve İstanbul Modern ile Pera Müzesi. Bu ikisi, rahatlıkla özel film gösterim mekânları listesinin de tepelerinde yer alır. Özenle seçilmiş sergi konularıyla da öne çıkıyorlar. İstanbul Modern, özellikle gençleri müzeye ve sanata yaklaştıran mağazaları ve restoranıyla da dikkati çekiyor. Ama en çok, koskoca salonlarını, ışığını ve duvarlarını seviyorum. Öte yandan Pera Müzesi’nin modern sergi konularının, örneğin duvar yazıları sergisinin (hayranı olduğumuz genç-yaşlı sanatçı konuklarını unutamam) yanı sıra, Giorgio de Chirico gibi zengin sergiler ile müzik projelerinin de ayrı bir yeri var. Çok sevdiğimiz kafesi de ayrı bir artı.
Peki, müzecilik anlayışı genelde nereye gidiyor? “Müzelik” lafı bizi hâlâ korkutmalı mı? Yok, bambaşka bir dönemdeyiz. Modern müzeciliğin artık dört ana yaklaşımı var: Sanal Müze, Dokunulabilir Müze (Philadelphia “Lütfen Dokun” Müzesi; çocuklar için bir cennet), Mobil Müze (geçici sergiler, rehberli geziler, atölye eğitimleri vb.) ve Vakıf Müzesi (aklımıza hemen Smithsonian ve Guggenheim geliyor).
Herkesin seveceği bir müze mutlaka vardır. Müzecilik anlayışı geliştikçe müzeler de değişiyor zaten. Kendinize vakit yaratıp “Müzeler ve Kültürel Peyzajlar” temasını yerinde incelemeye ne dersiniz?