Ruhen Kaliforniyalı bir yazar
Editörüm, “Ölüm yıldönümlerini sevmiyorsun ama,” dedi, “Jack London yazısı hiç de ölüm yıldönümü yazısı gibi değildi.” Doğrudur, çünkü Jack London da benim yaramaz çocuklarımdan biriydi. Nedense, yirminci yüzyılın başında, hatta bir önceki yüzyılın sonunda doğmuş bir grup yazara hep o gözle bakmışımdır. Belki de, biraz fazla okumaktan, kendimi sadece kitap karakterleriyle değil, o kitapların yazarlarıyla da arkadaş saydığım için.
Üstelik ben, on yaşıma kadar başka çocuğun olmadığı bir evde büyüdüm, büyükler ne okuyorsa onu okudum. Annem, Doğan Kardeş’ten çıkan Eflatun Cem Güney masallarıyla beni masal dünyasına sokma girişiminde bulunmuştur. Epey sonra da Andersen’ler gelmişti. Ama en azından 12-13 yaşına kadar annemin aldığı romanları, Varlık kitaplarını ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın (Maarif Vekâleti) klasiklerini okudum.
Varlık yazarları arasında John Steinbeck, Ernest Hemingway, Erskine Caldwell de vardı. Caldwell pek kasvetliydi, Hemingway de biraz fazla yaramaz. Steinbeck’i ise çok severdim. Ben doğduğumda kırk yaşında olmasına bakmadan, ona karşı bir koruma duygusuna kapılmıştım. Oysa çocukluğu öyle aman aman kötü geçenlerden biri de değildi. Zaman zaman çok severek anlattığı Salinas Vadisi’nde doğmuş, dört çocuğun ikincisi ve tek erkekmiş. Monterey’de mali işler müdürü bir baba ile öğretmenliği bırakmış bir annenin oğlu.
Dünyanın en bereketli topraklarından birinde yaşıyormuş, yani bazı kitaplarındaki biraz uzunca tasvirlere sinirlenmemek lazım. Zaten sıkıcı da değildirler. Salinas’ın bugünkü lakabı “Amerika’nın Salata Kâsesi”. O zaman da çiftçilik yapılan bir yermiş, şimdi de öyle. Steinbeck, orta halli bir ailenin çocuğu olarak sıkıntı çekmese de, açlığı en ürpertici haliyle yazanlardan biri oldu. Evlerini kaybedip topraklarından da umudu kesince Kaliforniya yollarına düşen milyonlarca aç insan içinden bir aileyi anlattığı, Pulitzer ödüllü kitabı The Grapes of Wrath / Gazap Üzümleri akıldan çıkmayacak türde bir kitaptı. John Ford’un yönettiği fevkalade çarpıcı film de, kitabın basılışından bir yıl sonra gösterime girmişti.
Ama dedim ya, John’un kendisi sarı vadiler, yemyeşil çayırların ortasında makul bir çocukluk geçirmişti. Üç kız kardeşle birlikte büyüdüğüne göre, iyi bir erkek kardeş, iyi bir ağbi olsa gerek diyorum. Belki de onu kendime kardeş edinmem bu yüzdendir. Bir de, okumayı çok severmiş, annesi özendirmiş. Yazları komşu bir şeker pancarı çiftliğinde tarım işçisi olarak çalıştığı için de, çoğu göçmen olan işçilerin zor çalışma koşullarını gözleyip, sonradan kitaplarında kullanmış. Derler ki, arkadaşlarının anlattığı hikâyeler de Tortilla Flat / Yukarı Mahalle’nin temelini oluşturmuş.
En sevdiğim kitaplardan biriydi. Monterey’de bir grup paisano’nun çok eğlenceli hayatını anlatıyordu. Meksikalı-Kızılderili-İspanyol-beyaz melezi, işsiz güçsüz, genç adamlar. Hepsi safkan İspanyol olduğunu iddia ederdi. Steinbeck’in en eğlenceli kitabı olduğu söylenir. Oysa ben sadece Yukarı Mahalle’ye ve karakterlerine gülmekle kalmadım. O kitaptan iyi insan olmanın katı kuralları olmadığını da öğrendim. Danny, Pilon, Pablo, Jesus Maria, Joe Portagee, Korsan ve diğerleri, dostluğun ne olduğunu öğrenip, bize de öğretiyorlardı. Arada hata işledikleri oluyordu tabii, onu da küçüklü büyüklü cezalarla aralarında hallediyorlardı. Maddiyata da hiç kıymet vermiyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan dönünce ona büyükbabasından iki ev kaldığını öğrenen Danny, evlerini arkadaşlarıyla paylaşmış, birinin yanmasına da pek aldırmamıştı. Sonra da maddiyatın insanın başına dert açtığına karar verip, her şeyi bırakıp gitmişti. Bilmiyorum, genelde faydasını gördüm mü, ancak maddi şeylere önem vermemeyi bana Danny öğretti. Steinbeck ise, onun paisano’larının cömertliğini takdir etmeyenlere, bir daha asla onların hikâyelerini anlatmayacağını söyleyerek cevap vermişti.
On dört yaşında yazmaya başlayan John, liseyi bitirince Stanford Üniversitesi’ne yazıldı. Altı yıl orada oyalandı, arada fabrikalarda, çiftliklerde de çalıştı. Mezun olmadan okulu bıraktı, New York’a gitti. Ama kalben hep Kaliforniyalı’ydı.
Kitaplarından The Cup of Gold / Altın Kupa, The Moon Is Down / Ay Batarken, The Winter of Our Discontent / Kaygılarımızın Kışı, To a God Unknown / Bilinmeyen bir Tanrıya bana nedense sıkıcı gelmişti. Herhalde en iyisi yeniden okumak, çünkü bayağı küçüktüm. Ama Cannery Row / Sardalye Sokağı ile Sweet Thursday / Tatlı Perşembe’yi çok severim. Doc ve çevresi, gene bir grup erkeğin hikâyesi. Mack ve arkadaşları, karşılık beklemeden onlara yardım eden Doc’a borçlarını birazcık ödemek için bir parti vermeye kalkar, zavallının laboratuvarını ve evini altüst ederler. Kendilerini affettirmek için aynı şeyi bir daha denerler. Büyük İktisadi Bunalım’da, Yeni Monterey’deyiz. Artık kullanılmayan sardalye fabrikaları sokağın iki yanında uzanır. Devam kitabı Sweet Thursday / Tatlı Perşembe’de ise, Doc İkinci Dünya Savaşı’ndan dönünce bambaşka bir Monterey bulur. Bu sefer bir kadın kahramanımız da vardır: Suzy.
En sevdiklerimden iki tane kaldı, ama lafı fazla uzatmayacağım. Bilmiyorum, James Dean’i genç yaşta ölmüş bir ilah haline getiren filmlerden East of Eden / Cennetin Doğusu’nu izlediniz mi? Kitap yirminci yüzyılın başından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürer ve iki ailenin, Traskler ile Hamiltonlar’ın iç içe geçmiş hikâyelerini anlatır. Yazar, kitabı o sıralarda altı buçuk ve dört buçuk yaşında olan oğulları Thom ve John’a adamıştı. (Yerimiz olsa, oğluna aşk hakkında yazdığı mektuptan da alıntı yapardım.) Onlara Salinas Vadisi’ni, görünüşü, sesleri, kokuları ve renkleriyle anlatmak istemiş. Üçüncü ve son karısı Elaine’e göre, bu kitabı şaheseri sayarmış. Ama Nobel Edebiyat Ödülü’nü Kaygılarımızın Kışı’ndan bir yıl sonra, 1962’de almıştı. Ben de hep o kitaptan bildim.
Gelelim Of Mice and Man / Fareler ve İnsanlar’a. Yanılmıyorsam, Küçük Sahne perdelerini bu oyunla açmıştı. İki gezginci tarım işçisinden akıllı George’u Şükran Güngör’ün oynadığını hatırlıyorum, ama yumuşak şeyleri okşamayı sevse de kuvvetini ölçemeyen, çocuktan farksız Lennie’yi gözümün önüne getiremiyorum. Buna karşılık Lennie’nin acıklı hikâyesini hiç unutmadım. Hatta belki sonu değişik umuduyla (diyorum ya, küçüktüm) birkaç kere okumuşluğum da vardır. Okumak zorundaydım, çünkü ben de yumuşak şeyleri çok severim.
Mekân Kaliforniya elbette… John Steinbeck, ruhen hep Kaliforniyalı kaldı.