SAA-2 / 011 Ayva Soyma İlmi
Bisikleti, ormanın bittiği kenar mahallelerin başladığı çizgide büyük bir çalının içine sakladım.
Cebimdeki dolu tabanca apışarama doğru kaymıştı. Düzelteyim derken elim değdi, tetik düştü. Patlamadı ama harekete geçen horoz acayip bir yerimi sıkıştırdı. Ateş almamasına sevinmekle acıdan kıvranmak arasında gittim geldim. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Etim koptu sanki.
Silahı çıkardım. Şarjör düşüverdi yere. Boştu.
Yine de belime koydum.
Siz hiç tabancalı birinin yürüyüşünü gördünüz mü?
Ateş almayacak bile olsa, o soğuk demir insana tuhaf bir güven verir. Adımlarınızı dışa doğru atmaya başlarsınız. Baş dikleşir. Göğüs kalkar. Sırtınız duvardadır. Kanınız ılır.
Neden?
Çünkü yalnız değilsinizdir.
Şu dünyada en fena şey, kimsesizliktir.
Arkadaşım, sevenim yok, arkam yok, yine de bir ihtimalim var, dersiniz.
Ve genelde son seçenekler, zayıf ihtimaller sonunuz olur.
Bunları biliyordum ya da bilmiyordum. O an umurumda olan tek şey, tutunacak dal bulmaktı.
Soğuk demiri belime yerleştirdim.
İki adım attım atmadım, bu defa tabanca donumun içine düşüverdi. Bu defa etime de battı.
“Bu iş böyle olmayacak,” dedim.
Bu bünyede silah durmayacaktı.
Yeniden çalının içine döndüm. Çukur kazdım, silahı yerleştirip gömdüm.
Şimdi daha iyi hissediyordum kendimi.
Şehre doğru yürümeye başladım. Burnum hafiften yanmaya başladı. Tıksırdım. Tükürdüm. Sanki salyam kabarıyordu yerde.
Uğultular geliyordu uzaktan.
Bisikletli iki çocuk belirdi karşıdan. Nefes nefese pedala asılıyorlardı.
Yanımda frene basıp durdular.
“Abi nereye gidiyorsun?”
“Şehre.”
“Gitme.”
“Neden?”
Arkalarına bile bakmadan yola devam ettiler.
Genzim yine yanmaya başladı.
Hava giderek kararıyordu.
Yolun üstündeki evlerin birinin altında kahvehane vardı.
İçeriye girdim.
Kahvede pek kimse yoktu. Boruları toplanmış sobanın başında iki yaşlı adam oturmuş, karşılıklı gülüyorlardı.
Yakındaki masaya oturdum.
“Ben sağırım üstadım, biliyorsun.”
Karşısındaki adam gülmeye devam etti.
“Ben sağırım ama sen hem sağır hem dilsizsin. Aslında, benim de dilsiz olmam lazım ama sağırlık yeni başladı. Daha konuşmayı unutmadım. Doktorun dediğine göre, yavaş yavaş unutacakmışım kelimeleri.”
Durdu. Kelimelerin üstüne basarak, ağır ağır konuştu bu defa.
“Sen dudaklarımı okuyabiliyorsun, değil mi?”
Karşısındaki adam gülümseyerek başını salladı.
O zaman, rahatlamış gibi konuşmasına devam etti.
“İşte aman neyse! Bunları sana anlatmak için son fırsatım. İşaret dilini bu saatten sonra öğrenemem, insanların dudaklarına bakmaktan nefret ederim. Seneye bu vakitler duvar gibi olacağım. Bildiğin sıvasız duvar!”
Öteki adam bu defa uzun bir kahkaha atıp elini dizine vurdu.
“Şimdi gevrek gevrek gülüyorsun ama inşallah bundan sonra da mutlu olursun. Bu seni karşıma alıp son konuşmam. Sonra çıkıp gideceğim. Uzaklara… ve galiba koşarak uzaklaşacağım buradan.”
Durdu bir an. Artık gülümsemiyorlardı da.
“Hatırlıyor musun, yıllar önce belediyeden seni sürmüşlerdi. Aslında atacaklardı da, engelli kadrosunda olduğun için yapamadılar, ama inan ki denediler, çünkü hakkında çok inandırıcı bir ihbar mektubu gelmişti. Senin yeraltı örgütlerinden birinde çalıştığını yazıyordu. Birinin hakkında bu içerikte ve bu kadar detaylı yazılması yeterdi o zamanlar. Doğruca komşu şehre yolladılar seni. Sekiz ay sonra döndün ve biliyor musun, benim hayatımdaki en güzel sekiz aydı. Sen tahta bavulunla yola çıkar çıkmaz, evine yerleştim. Pijamalarını çektim üstüme, terliğini giydim. Koltuğuna oturdum. Suzan dizimin dibindeydi hep. Birlikte televizyon izlerken ona meyve soyuyordum. Ayvayı çok seviyormuş fakat sen nefret edermişsin ayvadan. Biliyor musun, bahar gelene kadar her gece ayva dilimledim ona. Dönüşün mahkemeyle belli olunca, yani zamanımız az kalınca, ayvadan vazgeçtik. Ona zaman ayıramazdık artık.”
İki adam mermer kaideler gibi soğumuştu.
Ortalık da buz kesmişti sanki onlarla birlikte.
“Ona yıllarımızı böyle geçirebileceğimizi söyledim. Yani mevsimi olunca ayva soyardım ona. Bittiğinde yeniden havaların soğumasını beklerdik. Tek ihtiyacımız olan şey, seni ortadan kaldırmaktı ama Suzan istemedi. Sen geldikten sonra da yıllarca yalvardım. Dinletemedim. Şimdi sen karşımda kanlı canlı oturuyorsun. Suzan yok. Ayva soyuyorum evde bazen tek başıma. Yemeden çürüyüp kalıyor masamda günlerce…”
Suzan’ın kocası başını kaldırdı. Tavana baktı. Ulur gibi sesler çıkardı.
Yığıldı.
Çırpındı, biraz sonra hareketsiz kaldı.
Hikâyeyi anlatan adam kalktı. Üstünü başını düzeltti, yürüyüp gitti.
Kahveci geldi yanımıza.
“Bıktım bu adamlardan. Her gün sırayla birisi konuşuyor, öteki şak düşüp bayılıyor,” dedi.
“Bu yatan sağır dilsiz değil mi?” diye sordum.
“Yok yahu. Bunlar hikâyeci. Kitaplarını kimse okumaz. Böyle böyle delirdiler işte.”
İki masayı birleştirdik.
Baygın adamı yatırdık.
“Suzan Suzan,” diye inledi.
Kahveden çıktım.
Genzim yine yandı.