SAA-2 / 012 Zengin Olsak Ne Güzel İşte
Kahvenin sokağında insan yoktu.
Tekir kediler bir sarmanı aralarına almış hırpalıyordu.
Sarman önce sağa, sonra sola kaçmaya yeltendi ama pati yağmuru altında sersemledi. Sindi yere iyice.
Göz göze geldik o kalabalıkta.
“Elimden bir şey gelmez,” der gibi kaldırdım kaşlarımı.
Gözlerini yumdu. Kafasını kolunun altına aldı.
Sırtımı dönüp yürüdüm.
“Elinden ne gelir Kadir?” diye mırıldandım.
Dünyayı düzeltemezdim. Her yere yetemezdim. Şunun şurasında kendi postunu deldirdi deldirecek bir kuldum. Kirk Douglas ya da Ferdi Abi ya da uğursuz karga her an bulabilirdi beni. Bir de bu şehir garip kokuyordu. Kükürt gibi acıydı havası. İnsanlar da tuhaftı. Silahı bari belimde taşıyabilseydim.
Durdum.
Arkadan çok fena çığlıklar geliyordu.
Sarmanın görüntüsü geçti gözlerimin önünden.
Görüntüler hikâyelerin mayasıdır, bilir misiniz? Işık olmasaydı göremezdik; görmeden de, bildiğimiz anlamda düşleyemezdik. Belki başka başka öyküler yazardık o zaman. Belki dokunarak anlamaya ve anlatmaya çalışırdık daha çok. Elbette, sesler de yardımcımız olurdu.
“Uzun tüylü ve tırnaklı koşar, tüyleri kötü kokan öteki koşarların arasında ince ve uzun mırıltılarla ağlıyor. Belli ki, koşarlar kavga ediyor. Uzun tüylü koşarı kucağıma aldım. İnliyor. Burnunun üstünde parmaklarıma ıslaklık bulaştı. Kokladım. Damar suyu. Kulaklarının ucundan da damlıyor. Hırçın koşarlar paçalarıma yapıştı. Tekmeledim hepsini. Sövdüler uzun uzun ama uzaklaştılar sonra…”
İşte böyle toprağı kabarta kabarta yazardık. Ya da ezberden okurduk birbirimize.
Hafızlar olurdu mutlaka.
Külliyat hafızları.
Ya da şiir hafızları, masal ve öykü hafızları.
Romanları parça parça ezberleyen yetenekliler çıkardı mutlaka. Belki de, ciltleri paylaşırlardı.
“İşte şu gelen var ya uzaktan, Savaş ve Barış’ın ilk cildi onun ezberinde,” derlerdi.
Zamansız ölenler yüzünden yarım anlatılan ve yarım bilinen eserler olurdu.
Böyle düşünerek aklımı oyalamayı ve kedileri unutmayı düşünüyordum aslında.
Ama beceremedim.
Yerden iki parça taş aldım.
Hışımla döndüm.
Belalı koşarlar, yani tekirler kaybolmuştu.
Sarman kan içinde yerdeydi.
Koştum yanına.
Kucağıma aldım.
Gözkapaklarını araladı.
“Geç kaldın be hocam,” dedi.
“Özür dilerim. Düşünmem gerekti biraz.”
“Kendini ikna etmek istedin yani.”
“Evet, yani biraz öyle oldu.”
“Rahatta olanın gönlü olana kadar, darda kalanın canı çıkarmış.”
“Öyle düşünme. Başka şeyler geldi aklıma. Hemen kovamadım onları. Zaman aldı senin anlayacağın.”
“Abi, benim anladığım şu oldu: Aklına üşüşenleri sen çağırdın. Vicdanını bastırmak için ihtiyaç duydun onlara. Edebiyat, öykü falan bunlar çok mühim, dedin. Bu alanı boş bırakamayız, dedin. İstedin ki, o aralıkta ortalık azıcık sakinleşsin. Kalabalık dağılsın, sonra dönerim; gelir kurtarırım kalanı.”
“Yani tam öyle değil aslında…”
“Ya, bırak Allah aşkına. Zaten sana kızacak değilim. Bu işleri bilirim biraz. Yine de sağ ol, kucağına aldın beni. Üstün başın kan oldu, aldırmadın.”
Aslında kan olduğunu bilmiyordum.
Gömleğim berbat olmuştu gerçekten.
Kan dediğiniz, damardan çıktıktan iki dakika sonra kötü kokmaya başlar.
İçim kalktı.
“Seni kahveye bırakayım. Dinlenirsin. Kendine gelince de arka kapıdan falan kaçar, gidersin bu mahalleden.”
Kahveci epey naz etti.
“Veteriner mi abicim burası! Götür bir hayvan oteline falan,” diye mırın kırın konuştu.
Derdini anladım.
Kolumdaki saati çıkardım. Uzattım.
“Yahu, şu masaların altında yatsın azıcık. Süt falan dökersin bir çay tabağına. Kimseyi rahatsız etmez.”
Saati inceledi.
“Bu ucuz mal. Süt veremem,” dedi.
“Ada çayı ver o zaman,” dedim.
Sarman’a döndüm.
“Olur, değil mi?”
“Ne yapalım, boş mide daha kötü,” dedi.
Yine çıktım kahveden.
Malım gitmişti ama içim daha rahattı.
İnsan zengin olsa, dünya çıra gibi yansa, içini ferahlatabilirdi. Bastın mı parayı, ne olsa temizliyordu işte.