Şaksiper’in Laneti!
“Olmak yahut olmamak!” diyor gamlı prens, seçeneklerini tartarak. “İşte mesele burada!..”
Bu kadarı gayet tanıdık, değil mi? Devam edelim:
“Menhûs tali’in, gaddar bahtın cevr ü ezâsına, taarruzuna katlanıp eziyet çekmek mi ruha daha hoş gelir; yoksa bunca fenalıklara karşı ilân-ı isyan ederek belâ sellerine mukabele etmek ve onları bitirmek mi?”
Görmeyeli Hamlet’e bir haller olmuş diyorsanız, haklısınız. Ne olduğu belli değil mi, zamanda geri gitmiş! Ama kendi zamanından değil, bizim onunla tanıştığımız zamandan bir geri gidiş söz konusu. (Tiradın sahibi delikanlının muazzam baskı altındaki zihnini mekân ve zaman gibi tek bir uzlaşılmış gerçeklikte zaptetmek her zaman zordu zaten.) Nitekim, yukarıdaki kısım da 1886 senesinde, Manzara dergisinde Shakespeare’i ve eserlerini tanıtan bir yazıda yer verilmiş tercümeden alınma. Bilindiği kadarıyla bu, Hamlet’ten Türkçe’ye yapılan ilk çeviri.
Tabiatı gereği tercümenin bir ucu sabit dururken öbür ucu hep hareket halindedir; koklar, tekrar keşfeder, ayak uydurur. O yüzden de zaten okur için hayli zevkli olan bir uğraşa, bir metne farklı açılardan tekrar tekrar bakmaya teşvik eder insanı. Benim de aklımda, dönüp tekrar bakmaktan bıkmadığım Shakespeare’in eserlerinin en eski çevirilerine göz atma fikri vardı bir süredir. Editör ve çevirmen Selahattin Özpalabıyıklar sağ olsun, yukarıdaki alıntının yapıldığı kitapla (Tanzimat Devrinde Shakespeare Tercümeleri ve Tesiri, Doç. Dr. İnci Enginun) tanıştım. Eh, göz gezdirirken de sayfaların arasından o trajedi kahramanlarının en tuhafının, Hamlet’in verdiği “eski ses”i duymazdan gelemedim tabii.
İşin ilginci, Selahattin Özpalabıyıklar bana kitaptan sayfaların fotoğraflarını gönderirken, epostanın konu kısmına tek kelime yazmıştı: Şaksiper. Hey gidi Şaksiper, seni hatırlamamak mümkün mü? Çoğumuz kendisiyle tanışma şerefine Ömer Madra’nın Tutunamayanlar için yazdığı önsöz vesilesiyle nail olmuştuk. Madra Tutunamayanlar’ı anlatmanın imkânsızlığından dem vururken “Şaksiper Kimdir, Eserleri Nelerdir?” başlıklı (maalesef müellifini hatırlamadığı) eski bir broşürü yâd ediyordu.
Shakespeare’in Şaksiper haline gelişi, Shakespeare gibi bir dil üstadını linguistik ve kültürel olarak bu kadar öteye uzatmaya çalışmanın hayli komik bir yan ürünü gibi durmuyor mu? Fakat sanki-taşınmış isim, işin esprisi tabii… ya yazdıklarını taşımaya ne demeli? Şöyle düşünün ki, Shakespeare demek sadece fikirler, temalar ve imgeler demek değil; koca bir dil demek. Shakespeare alelade bir edebiyatçı değil çünkü. Modern İngilizce’nin hayati bir menbaı; “erken modern İngilizce” demek, pratikte Shakespeare İngilizcesi demek. Dile 1700 kadar kelime kazandırdığı tahmin ediliyor; ondan önce kullanımda olmayan birçok söyleme biçimi de onunla birlikte yaygın kullanıma giriyor. Dili sadece kullanmıyor, üretiyor da.
Üstelik insan bu üretimin içinden sadece kendini gülünç duruma düşürmeden alınıp kullanılabilenleri alıyor… Bir de sadece onun kullanabildiği özel ayarları var çünkü bu dilin. İngilizce Dilinin Şairleri antolojisinde W. H. Auden, onun dilde ürettiği müthiş “imkânlar menzili”nin alelade sanatçı için nasıl tehlikeli sular teşkil ettiğinden bahsederken, T. S. Eliot’ın bir görüşünü yineliyordu mesela: Dante’yi taklit edip beceremezseniz, sadece sıkıcı olursunuz; ama Shakespeare’i taklit edip beceremezseniz, kendinizi gülünç duruma düşürürsünüz.
Öte yandan, enteresandır, ama Shakespeare kendi döneminde bugünkü kadar büyük bir şair ve oyun yazarı olarak görülmüyordu. 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başında eser verdi (bu arada, şu an ölümünün 400. senesindeyiz – Shakespeare senesi!) ama ancak 18. yüzyılda, oyunlarının ulaştığı büyük popülerlik sayesinde bugünkü Shakespeare itibarının ipuçları görülmeye başlandı.
Sonra eserleri kendi dilinin ötesine yolculuk yaptığında işler daha da karmaşıklaştı tabii: 18. yüzyılda Shakespeare oyunları dünya sahnelerinde fırtına gibi esmeye başlamıştı, ama sert itirazlar da gelmiyor değildi (en ünlü saldırılardan biri Voltaire’den gelmişti mesela). Bu topraklara vardığındaysa, onu birçok açıdan öncüleri olarak gören Romantikler’in de katkısıyla Shakespeare artık bir tür edebi abide konumundaydı. Türkçe’ye bu statüsü koltuğunun altında geldi.
Gelgelelim hâlâ ortada bu abidenin Türkçe nasıl dikileceği, edebi dehanın kendi geleneklerine ve kültürüne bu kadar uzak bir dilde nasıl ifade edileceği meselesi vardı elbette. Daha baştan kimi geleneksel Divan biçimlerini ve imgelerini işe koştu, kimiyse ondaki yeni imgeleri taşıyıp, bir bakıma “burada Shakespeare’e yer açmaya” çalıştı. (Mesela, baştan merak ettiğim sonelerden bir numune: “İşte burada, ruhumun timsâl-i mevhûmu, gölgeni gözlerime ibrâz eder,” demiş Mehmed Nâdir, Shakespeare’in 27 numaralı sonesinden dizeleri Türkçe’ye nesir olarak taşırken.)
O zamandan beridir de Shakespeare’i yazıldığı dilde okuma imkânı olmayan (ki İngilizce bilen için bile kolay metinler olmadığını teslim etmeli) ve “Bu Shakespeare niye bu kadar meşhur yahu?!” diye haklı olarak yarı-isyan-yarı-merak eden dimağlara Türkçe cevaplar sunmaya çalışıp duruyoruz. Genel olarak şiir tercümesinin cazibesi ve laneti bu tabii. Ama bu vakada, daha çok da Şaksiper’in kendine has laneti!
Bereketli bir lanet ama. Okur olarak, gölgesinde serpilebileceğimiz bir lanet. Ne de olsa tercüme eserlerle ilişki söz konusu olduğunda, unutmamalıyız o hareketli uç öyle böyle değil epey bir hareketlidir, âdetâ bir Bay Hyde özgürlüğüyle çok az bilinen kuytuları ziyaret etmiş olabilir – hem gelecekte (ki umarım çok daha fazla Shakespeare çevirisi görürüz) hem de geçmişte. Metinlerin güzelliği soru sormaya hep devam edebilmekte; her tür devirden tercümeler de soru sormaya en güzel teşviklerden biri.
Nitekim Abdullah Cevdet, Hamlet’in yukarıdaki tiradını sadece üç sene sonra tercüme ederken –tam da benim hep olması gerektiğini düşündüğüm gibi– bir soruyla başlamamış mı?
“Varlık mı ya yokluk mu?.. Budur mes’ele işte.”