Sarsıcı Derinlikler Müzesi
“Mutlu anlardan geriye kalan eşyalar,
o anların hatıralarını renklerini, dokunma ve görme zevklerini
bize o mutluluğu yaşatan kişilerden çok daha sadakatle saklarlar…”
-Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi-
Bugün, kısaca birtakım aşk efsanelerinden söz etmek istiyorum. Daha doğrusu, bilinen en eski efsanelerde, aşka dair söylenenler ile eteğindeki gamı dökebilmiş hikâyelerden söz açmak derdindeyim. Fakat bir yerden başlamak zor, zira satır aralarına aşk karışmayan mit yok gibi okuduğum kitaplarda. Ol sebepten ben, evvela günümüzden başlayacağım yazmaya ve sonra; -hep birlikte- yol alırız her nasılsa, adım adım, en eski masallara…
Bu yazının ilk adımı, Zagreb’teki Muzej Prekinutih Veza. Türkçesi, “Kırık Kalpler Müzesi”… Ya da benim verdiğim isimle; “Sarsıcı Derinlikler Müzesi” de diyebiliriz. Yarım kalmış aşk hikâyelerine adanmış, aşkın masumiyetini bozmayan, nükleer çağın parçalanmış değerleri karşısında “aşk” kavramını cıvıklaştırmadan korumayı amaçlayan, son derece hüzünlü bir yer burası. 2003 yılında, iki Hırvat sevgilinin ayrılırken, yaşadıkları aşka dair geride kalan birtakım kişisel eşyaları toplayarak, bu nesnelerden bir müze kurma hayali ile başlamış bir serüven. Zamanla uzun uzun yollar arşınlamış, dünyanın pek çok ülkesini dolaşmış ve ki şu dokuz kubbeli yer âleminde ne kadar kalbi kırık âşık varsa, kendine ve aşkına dair bir şeyler sunmuş müzeye. Göz görüp, gönül sevince bu yaratıyı; her Türk gibi benim de aklıma ilk olarak Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanı ile romanın evrildiği Çukurcuma’daki müze ev geliveriyor hemen. “Kendi kendine eşya toplayan, bunları bir köşede biriktiren her takıntılı kişinin arkasında bir kalp kırıklığı, derin bir dert, açıklanması zor bir ruhsal yara vardır…” diyor Orhan Pamuk. “Kırık Kalpler Müzesi”nin her köşesinde bu cümleyi bir daha, bir daha ve sonra bir daha anımsıyorum. Buradan ayrılmadan evvel, ben de kendi hikâyemden isimsiz bir parça bırakıyorum geride. Bırakılan nesne her ne olursa olsun, yanı başına bir küçük not iliştirmek lazımmış, öğreniyorum. Böylelikle çok sevdiğim şair Ataol Behramoğlu’ndan birkaç dize yazıp bırakıyorum, hikâyemin geride kalan son kısmına.
“Hayatın en hüzünlü anı; mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır…”
Ve devam edip gidiyorum yoluma. Kentin yağmur bulutları ile yüklü, boz, ağır havası altında bir kahve söylüyorum kendime. Hayallerime ferman verip, ağır ağır gezinmeye başlıyorum geçmiş hikâyelerin sokak aralarında. “Aşk; güven ve teslimiyettir,” diyor köşe başında durup duran bir Yunan Tanrıçası. “Hayır, hayır!” diyerek karşı çıkıyor öbür köşede bekleyen ihtiyar bir Pers Kralı. “Aşk, bir rüyadan ibarettir. Görmez misin ki, rüyaya dalınca vücudundan ayrı düşen bir insan yüz tane ok yese, yine de yanmaz canı.” Yürümeye devam ediyorum. Az ileride Şirin’in sevdasından divane olmuş Hüsrev’i görüyorum. Kar beyazından atı, felekle yarış edercesine bir süratle varıyor yanıma. “Aşk,” diyor bir solukta. “Sabır bilmez bir şeydir, âşıklığın binası kararsızlık üzerine kuruludur. Sabır ile aşk, asla bir araya gelmez. Esasen sabırlı olan kimse âşık olamaz…” Her birini kendince haklı buluyorum, diyecek sözüm yok. Ben, bugün sadece masalların anlattıklarını dinliyorum. Yürüdükçe uzuyor sokaklar, yürüdükçe çoğalıyor köşe başları ve karşıma çıkan herkes bana kendi hikâyesinden, kendi acısından söz etmek istiyor. Kimi dinleyeceğimi şaşırmış bir hâlde öylece yürürken, bir kenarda kendi kendine oklarını parlatmakta olan Eros’la rastlaşıyorum. Ne tuhaftır ki, bu yolculukta bir tek o susuyor. Hiç konuşmuyor. Göz göze geldiğimiz an, buruk bir tebessümle selamlıyoruz birbirimizi. “Ya sen,” diyorum. “Sen, Eros! Yok mu aşka dair hiçbir sözün?” Bu kez, az evvelkinden daha da derin bir tebessümle bakıyor yüzüme ve ince, kıvrımlı dudakları gururla aralanıyor;
“Şu dünyada aşkı tanımış bir ruh, susmalı,” diyor. “Yalnızca susmalı ve bunun için kalbine minnet duymalı…”
İşittiğim son sözler de bunlar oluyor. Ağır, telaşsız ve emin adımlarla gerisin geri yürüyorum aynı sokaklardan. “Aşk” sözcüğünü hoyratça eskiten günümüz hikâyelerinin pek çoğuna hayıflanarak dönüyorum kendi zamanıma. Görecek nice müze, işitilecek nice yarım kalmış hikâye var daha önümde. Neden bilmem, bu yağmurlu kenti terk etmeden evvel, bir kez daha uğruyorum “Kırık Kalpler Müzesi”ne. Söylenmiş tüm aşk efsaneleri ve yazılmış bütün sevda mitleri adına bir parça bırakıyorum geride. Yine, yeniden küçük bir not yazıp iliştiriveriyorum yanına. Fakat üzgünüm, bu kez ne yazdığımı size söyleyemem. Bu, gelmiş geçmiş bütün âşıklarla aramızda bir sır olarak kalacak çünkü.
Ne ki, daha bu yazının başında söz vermiştik birbirimize.
Şimdilik, sevgilerimle…