Savaş ve Barış
“Bedo!”
“Bedo, Bedo…”
Mavi ormanda koşmak hiç iyi değilmiş. Ayağım sürekli çakıllara takılıyor. Allı, güllü çakıllar. Yumuşak boynuzları var. Gövdeleri üzerinde kıvrılarak gidiyorlar. Bunlar akarsuda olmaz mı, diye düşünüyorum. Daha doğrusu bir gözüm böyle fısıldıyor. Sağ olmalı bu, evet. Ötekisi durgun bir su gibi. Peynir ekmek yiyor. Allah’ım, sol gözüm ne kadar aç böyle. Durmadan yiyor. Elimle kapatıyorum. Sağ yeter bana. Onunla göreyim. Bu yaptığı çok ayıp. Çok da iğrenç. Gözüm obur. Gözüm doymuyor benim. Nar ayıklıyor, ayva ve haşlanmış yumurta soyuyor. Lanet olsun!
“Bedrettin, sana diyorum. Neden bağırtıp duruyorsun beni?”
Hay Allah kahretsin! Böyle rüya mı olur. Başucumda annem.
“Sen dershaneyi yine mi asıyorsun?”
Gözlerimi ovuşturdum. Sol gözüme dokundum. Yerinde duruyor.
“Yoo. Gideceğim.”
“Gideceksin! Güzel. O zaman yataktan çıkman lazım. Saate bakar mısın?”
Anneler sabah başka bir canlıya dönüşüyor: Alien!
Yine hemen gözüme dokundum. Mavi orman, koşuşturmam, sürekli yemek yiyen sol gözüm. Hoş geldin Alien reloaded!
Fakat bence dünyanın en iyi bilimkurgu işi olabilir Ridley Scott’un Yaratık filmi. Tuvalete koşarken cebimi de alıyorum yanıma. O unutulmaz fragmanı yeniden izlemem gerek.
Gerçekten inanılmaz. Üstelik 1979’da çekildi bu. İşte en sarsıcı sahne: yumurtanın çatlaması! Nedense burada kanım donuyor. Yaratığın karın deşmesi bile daha hafif geliyor bana. Yumurta dünyanın belirsiz boşluğu sanki. Hep tetikte üstelik.
“Dersin kaçtaydı senin!”
Evet, bizim filmin yönetmeni de annem.
Ekmek kızartmış. Sanki gül reçeli kokusu da aldım.
İnsan zaman zaman yanılır! Yo, yanlış. Çoğu zaman umduğunu bulamaz demeliydim.
Kahvaltı da tuzlu peynir ve haşlanmış yumurta var sadece. Ekmek akşamdan kalma. Annemin gerçekten sinirli olduğunu masaya bakınca anladım. Böyle anlarda en iyisi susmak ve kaderine boyun eğmek. Ama çay da demlenmemiş. Sallama poşet, fincanın üzerinde boğulmuş bir at gibi ayaklarını karnına çekmiş yüzüyor.
Aslında bugün annemin izin günü. Belediye otobüs şoförlerine uzun gece mesailerinin ardından bir tam gün izin veriyorlar. Erkeklerin tercih ettiği saatleri sık sık annem de seçiyor. Bilmiyorum, belki de bizden uzak kalmaya çalışıyor. Tembel bir erkek çocuğu, kitaplara ve beden eğitimine takmış bir kayınpeder, bunamış bir muhabbet kuşu. Evin toplamı bu. Ben gemici olmayı bile tercih edebilirdim.
“Anne neden ayaktasın sen?”
Kuş üç kere konuştu kafesinden: “Anne, Dede, Bedo.”
Sabaha karşı gelmiş olmalı. Saçlarını toplamış. Duş bile almamış.
“Ayaktayım çünkü senin derse gitmeyeceğini tahmin ettim.”
“Ama yanlış tahmin. İşte ayaktayım, her zamanki gibi.”
“Her zamanki gibi?”
Arka cebinden bir zarf çıkardı. Allah’ım annemi bana kadın olarak geri ver! Arka cebinde zarf taşımak da ne böyle?
Açtı.
“Bu dershaneden geldi. Devam çizelgesi. Hani normalde mail olarak geliyordu bunlar. Sen de hesabıma girip bana gösteriyordun. Ama iki aydır hiç yollamamışlardı!”
“Evet, sistemlerinde bir sorun varmış.”
“Hı hı. Anlıyorum. Sistem sorunu! Neyse, bu defa postalamışlar işte.”
“Ve?”
“Bedrettin… Bu dershane parasını sendika ödüyor. Evet, biliyorum en iyisi değil. Ama senin için bir şans bu. Üstelik…”
“Tamam anne. Anladım. Hemen çıkmazsam geç kalacağım bu son şansıma.”
“Sana kahvaltını bitir diyorum!”
Sol eliyle yumurtaya vurdu. Bütün kabuk ezildi. Yavru öldü! Hayatımın geri kalanında yumurta yemeyeceğim!
***
Dershane kapısına kadar bunu düşündüm: Annemin âşık olması gerek. Bu benim için yeni bir Alien durumu olacak muhtemelen ama öfkeli bir kadınla yaşamak daha büyük bir tehlike olacak benim için.
Girişteki panoya göz attım. Fizik dersi on dakika sonra başlayacaktı. Üçüncü kat, 302. İyi sınıf. Cam kenarına oturunca Salepçioğlu Camii’nin ara sokağı görülüyor. Tekstilcide çalışan kızlar çıkıyor sokağa. Çay, sigara yapıyorlar molalarda.
Kata gelince aklıma geldi aniden. Tabii ya. Papatya çayı. İğrenç ama Nehir sürekli ondan içiyor. Derhal kantine kırdım dümeni. Plastik bardakta iki çay.
Sınıf daha boş gibiydi. Nehir en köşede, cam kenarındaydı. Yanına yaklaştım. Bardağı sırasına bıraktım. Cep telefonuna gelen mesajı okuyordu o anda. Hemen arkasına oturdum. Gerçekten dayanılmaz kokuyordu bu çay. Yine de zorladım kendimi.
Başını kaldırdı. Çaya baktı. Mesaja yanıt verdi galiba. Parmaklarının hareketinden anladım. Doğruldu. Bardağı aldı. Ayağa kalktı. Döndü, gülümsedi. Ani bir hareketle ve olanca gücüyle açık pencereden dışarıya fırlattı bardağı.
“Sen kafadan kırık mısın biraz? Çay isteyen oldu mu senden?”
Yerine oturdu. Gelen mesajı –sesinden anladım– okumaya başladı.
Şimdi bu ne!
Yan sıradaki şişko çocuk gülmekten yere düşmek üzereydi. Arkadaki siyah çoraplı ve mini etekli iki kız da bana bakarak aralarında konuşuyorlardı.
“Allah bütün yumurtaların belasını versin,” diye mırıldandım. “Hepinizin geldiği yumurtaya…”
Kalktım. Kapıya doğru yürürken birisi arkamdan bir şey fırlattı. Tam enseme geldi. Yere baktım. Boş bir plastik bardak. Sınıftakiler yüksek sesle gülmeye başladılar. Kapıdan çıkarken Fizikçi içeriye giriyordu. Göz ucuyla bakıştık kadınla. Bugün üçüncü bir kadın krizine dayanmam mümkün değildi. Koşarak uzaklaştım.
Erkekler tuvaleti boştu ama sigara dumanı doluydu.
Pisuarın borusuna sıkışmış bir kitap duruyordu. Birisi unutmuş mu acaba diye düşündüm. Kitabın sırtında hâlâ tüten sigarayı bir fiskeyle düşürdüm. Yine de geç kalmıştım, hafiften yakmıştı kapağın köşesini.
Sınıf Meydan Savaşı. Yazan: Luca Bloom.
Kitabı karıştırdım. “Giriş” yazan sayfanın üzerine kırmızı kalemle bir mail adresi yazılıydı. Başka ne bir not ne de isim vardı. İşeyip çıktım.
Biraz huzura ihtiyacım vardı. Ve gideceğim yeri biliyordum elbette: İki sokak arkadaki Atlantis Kitapçısı.
İsmet Amca her zamanki gibi tezgâhın arkasında kitaplara gömülmüş, pür dikkat okuyordu. Galiba yüzümü görünce soru sormaktan vazgeçti. Yine sayfalarına döndü.
Arka odaya geçip çekyata uzandım. Kitabı okumaya başladım.
“Kimileri için okul bir savaş meydanı. Bazen öğrenciler birbirleriyle, bazen de öğretmenler ve öğrenciler düşman olarak karşılaşır burada. Kimileri yaralanır bu savaşta. Kimi yaraların izi durur hep, kimileri ise silikleşir. Çok az yara tamamen kaybolur.”
Aynı hayat gibi diye düşündüm. Kitabın 34. sayfasında tam da şunlar yazıyordu nitekim.
“Okul fanusun içinde bir toplum, etrafı kapalı bir alandı. Ve her sınıf yine kendi içinde küçük bir toplumdu.”
Galiba sadece kitaplar sayesinde bütün olup bitenlere bir anlam verebiliyorum. Benden binlerce kilometre öteden yazılanların nasıl gelip bana ait zamanı böylesine açık ve kesin biçimde ışıttığına her zaman şaşırıyorum.
Okudukça keyfim yerine geldi.
Sonuçta herkes savaş istiyordu, annem, Nehir hatta her defasında para üstü vermeyi “unutan” kantinci…
Peki, istediğiniz gibi olsun.
Sizinle dövüşür sonra kitapların arasında hayatla barışırım.
Haydi bakalım!
04.04.13