Şehir Konuşunca
Bilmem farkında mısınız, epeyce bir zamandır İstanbul’da papağanlarla birlikte yaşıyoruz. Belki kanıksayanlarımız bile olmuştur onları, sabah bir yerde akşam başka bir yerde göre göre. Halbuki bir otuz yıl önce söyleseniz muhtemelen size şaşkınlıkla bakar ve “Vay be, herhalde benim gibi fantastik öykülere meraklı biri bu,” diye düşünürdüm. Ne de olsa papağanlar İstanbul’un puslu imparatorluk kalıntılarına değil de tahta bacaklı korsan Uzun John Silver’ın omzuna ait bir şeydi kafamda. Tropik yaratıklardı onlar, göründüğü kadarıyla da güvenilir şekilde tropik davranıyor, İstanbul’un serininden uzak duruyorlardı. Şimdiyse onlar da bu şehrin sakinleri. Bu yeşil papağanlara hem Anadolu hem de Avrupa yakasında çeşitli ağaçlıklı bölgelerde rastlayabiliyorsunuz, Kadıköy’den Gülhane Parkı’na, Arnavutköy’e… Nasıl geldiklerine dair envai çeşit şehir efsanesi var ama nihayetinde şunu biliyoruz ki, en az bir yirmi yıldır buradalar ve kargalarla martıların yanında, İstanbul’un en konuşkan kanatlıları arasında yerlerini almış durumdalar.
Doğrusunu isterseniz papağanların İstanbul’a gelişinin aşağı yukarı “Türkiye konuşuyor!” sloganlarının yeditepe semalarında çınladığı döneme denk gelişi bana her zaman komik gelmiştir. Eh, şiirsel adalet bu değilse nedir ki sonuçta? Ne yazık ki şehrin bu yeni sakinlerine “yetmiş milyonun seni izlediği” konuşma mecramızda yer verip kulak kabartamadık. Oysa bu yeşil papağanlar (Psittacula eupatria ve Psittacula krameri türlerinden) konuşmada, yani ses taklidinde epey becerikliler; eh, mutlaka bunca senedir kafalarını şişiren “yetmiş milyon”dan bir şeyler kapmışlardır. (En azından bir “Türkiye konuşuyor!” kıvırabilirlerdi sanıyorum!)
Fonetik adalet
Canlılar sahnesinde insanlar olarak ıslıklanası, domateslenesi bir kürsü oburluğundan mustarip olduğumuz kesin. Bu kürsüyü başka canlılara bıraksak ortalığın nasıl görüneceğini ister istemez merak ediyorum bazen. “İnsansız dünya” tablosu çizen kitaplara ve filmlere ilgim biraz bundan olmalı. Üstelik, bu ilgide yalnız da değilim anlaşılan; öyle ya, kimse ilgilenmiyorsa kim besleyip büyütüyor onca apokaliptik ve postapokaliptik senaryoyu? (“Dünya bizimle çok fazla” demiş ya İngiliz şair Wordsworth, onun imasının kuyruğundayız… Gerçi kendisinden hiç hazetmeyen Lord Byron şüphesiz bunu okuyunca “Sen eksik ol madem,” diye düşünmüştür!) Belki insanlık olarak kendimizi dünyada bir yere oturtma çabamızın bir uzantısıdır bu tükeniş senaryoları; ancak kendimizi tablodan çıkararak tabloda ne ifade ettiğimizi anlayabiliriz gibi bir hissin sonucudur. “I Am Legend”da Will Smith’i bomboş metropolde gezinirken görmenin de, Çernobil yakınlarında olduğu için terk edilmiş ve doğa tarafından ele geçirilmiş Pripyat kentinin fotoğraflarına bakmanın da insanı dünyaya ve kendisine başka bir gözle bakmaya itmek gibi bir etkisi var. Hem yokluğumuz üzerinden, hem de arkamızda bıraktıklarımız üzerinden.
Belki bilirsiniz, filmlerde bu tür insansız kent görüntülerine bazen bir insan sesi eşlik eder. O anda hiçbir insanın ağzından çıkmayan bir insan sesi, kaydedilmiş bir şarkı ya da anons. Hâlâ yanıp sönen trafik ışıkları ve araba sinyalleriyle birlikte büyüleyici bir yeni medeniyet kalıntısı oluştururlar. İstanbul’daki papağanların, tarihin eksantrik bir göz kırpışı değil de bu şehrin kalıcı sakinleri olduklarını düşünmeye başladığımdan beri, bu senaryonun tuhaf bir çeşitlemesini zihnimden çıkaramıyorum: İnsanlar buralardan gitmiş, ancak sözleri hâlâ İstanbul ağaçlıklarında yankılanıyor. Kaydedilmiş sesler bu sesler, fakat teknoloji tarafından değil… Başka canlılar tarafından: İstanbul’un kanatlı yeşil sakinleri, devraldıkları şehri insanların dillerine pelesenk ettiği kelimelerle dolduruyorlar.
“Türkiye konuşuyor!” diyor mesela bu vakur saptamayı hatırlayacak kadar eski İstanbullu olan yeşil papağanlardan biri ağaçların arasından. Ona kendi kuşağından, kentin dört bir yanından yüzlercesi eşlik ediyor. Hem şiirsel, hem de fonetik adalet! Eh, kim itiraz edebilir ki söyledikleri sözün doğruluğuna? Hiçbirimiz. Çünkü zamanın bu tarafından semantik tartışmaya girip de nihayet kürsüye çıkmış bu İstanbul sakinlerinin sözünü kesmek, birincisi, ayıp. İkincisi, imkânsız. O yüzden iyisi mi bu gagalı mukayyitlerimiz biz yokken kelimelerimizden hangilerini hayatta tutacaklarını hayal etmeye çalışalım.
Şiirsel adalet iyi güzel ama aslına bakarsanız “Türkiye konuşuyor!”un pek de fazla rağbet göreceğini sanmıyorum bizim Psittacula krameri tayfasında. Çünkü yeni nesil papağanlar (birbirlerini İstanbul’da ikamet etmeye başladıkları tarihlere göre nesil nesil ayırıp derecelendirdiklerini düşünmek eğlenceli olur) bu lafa çok da aşina değillerdir muhtemelen. Yoksa ormanın bir tarafındaki papağanlardan yükselen “Türkiye konuşuyor!” nidalarına öbür taraftan gür bir “Ağzı olan konuşuyor!” korosunun karşılık verdiğini duymayı hangimiz istemeyiz?
Bu gagalıylan poleniğine girmeyin!
Öte yandan, “Polemik”i kurtarabiliriz sanıyorum. Bir on sene önce ortalıkta olan ve akşam saati televizyonlu bir evin açık pencesinin yakınlarında dolanan bir papağanın kelime dağarcığına tartışma kültürümüzün bu güzide parçasını katmamış olmasına imkân yok. (Şahan Gökbakar etkisiyle kelimenin “polenik” şeklindeki deformasyonunu kullanan nispeten daha yeni nesil papağanlar da olacaktır şüphesiz). O gagalılarla polemiğe girmek istemezdik, orası kesin.
Papağanların İstanbul’unda “Provokasyon” da mutlaka rağbet görecektir. Ne de olsa anlaşamadığımız her konuda medet umduğumuz kelimelerimizden biri daha. Özellikle yetkililerimizin çok sevdiği bir kelime bu; dolayısıyla devlet dairesi yakını muhitlerimizdeki papağanların kelime haznesinde kendisine rastlayabilirsiniz. Şu an bile bu papağanları bazı yeşilci eylemlere katılarak “Provokasyon! Provokasyon!” diye bağırırken ve ses kayıtlarına yakalanıp yetkililerce provokasyona dair delil olarak gösterilirken hayal edebiliyorum.
Öte yandan, kelime haznesi tartışma kültürümüzle yoğurulmuş papağanlar arasında muhtemelen en eğlencelisi “maksadını aşan” papağanlar olurdu. Hava akrobasisinde en maharetli, bir tarafa atılırken hızla geri dönebilen papağanlar olarak hayal ediyorum dağarcığında bu söze yer verenleri. “Velev ki” papağanlarıyla çok kıvrak stratejiler geliştirebilirlerdi doğrusu.
Papağanın dibisin!
Öte yandan şurası da kesin: Kelime dağarcığı diye salt tartışma programı jargonu bırakırsak kentimizin bu sakinlerine, hakikaten ayıp etmiş oluruz. Başka kullanışlı sözler de zerketmeli haznelerine. Onca siyasi harareti biraz olsun dindirecek sözler. İltifatlar. Mesela: “Adamın dibisin!”. Haydi ama, birbirlerine böyle “harbi iltifatlar” eden papağanları kim sevmez? Evet, belki biraz döver gibi bir iltifat ama eldekiyle yetinmeyi bilmeli, yoksa insan kendini “Sırf muhalefet olsun diye konuşan” papağanların arasında bulabilir. Ortalıkla “Adam haklı beyler” papağanı yoksa, vaziyet kritik.
Bu noktada saygıdeğer papağanlardan özür dileyerek kişisel bir mola alıyorum: Dilin ayran gönüllülüğüyle her zaman eğlenmiş biri olarak, bir kelimenin anlamını yüz seksen derece tersine çevirebilmiş bir kalıbı kıskanmadım desem yalan olur. Nitekim bir süre “Adamın dibisin”e karşı “Adamın tekne kazıntısısın”la rekabet etme girişiminde bulundum. Ama nafile. Tıpkı “hoca”, “panpa” ve “müdür” kadar yaygın bir hitap şekli yaratma girişimlerim gibi bunlar da hüsranla sonuçlandı. “N’aber pilot?” “N’aber sabit?” “N’aber kul?” Biri de mi tutmaz yahu? Oysa “müdür”ün geleceğin gagalı İstanbulluları arasında yaygın kullanılacağına eminim; “panpa” hitabı da itiraf edin ki papağanlar için biçilmiş kaftan. Tek tesellim: “Olmayınca olmuyor” papağanları halimden anlayacaktır.
Madem ki dil böyle modaperver bir şey, yarın gitsek papağanların bizi bol bol “Oğlum bak git!” nidası eşliğinde uğurlayacağını tahmin edebiliriz.
Peki, başka? Geleceğin İstanbul’unu dinleseniz kulağınıza hangi kelimeler gelirdi en çok? Papağanların dallarına tünediği ağaçlardan İstanbul semalarına hangi kelimeler yükselirdi?
“Konjonktür”? “Empati”? “Ezber”?
Tabii papağanların kapasitesini zorlamamak lazım ama biraz daha karmaşık cümleler kurabilseler ilginç olurdu. Mesela Türkiye’nin kendine has şartlarından söz edebilirler, hatta güzel bir “kombo” ile “Hanım koş, Emek’i moving yöntemiyle taşıyorlar!” diyebilirlerdi.
Açıkçası kanatlı hemşehrilerimiz için daha huzurlu bir gelecek tablosu isterdim ama… Eh, kılavuzu insan olanın.
Ne çektiniz be papağanlar!