Sinemadan Çıkmış İnsan, Kitaptan Çıkmış İnsan
Yusuf Atılgan, Aylak Adam romanında hayatımıza harikulade bir tanım bırakmıştı:
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
İlk okuduğumdan beri çok isabetli ve etkileyici bulmuşumdur bu tanımı. Öncelikle, insanın bir yanda muazzam potansiyeli, öte yanda da oluşturduğu kalabalıklarda parçası ve üreticisi haline geliverdiği hazin vasat üzerine, dokunaklı bir tespit olduğu için… Ancak bunun da ötesinde, bir de sinemanın hayalle bağlantısına enfes bir şekilde parmak bastığı için.
“Hayal”, “düş”ün yanı sıra “görüntü” de demek ve sinema bir bakıma “hayalifener”in soyundan geliyor. Film teorisi sularında bu duruma şairane destek çıkan bir yaklaşım da var üstelik: Sinemada film izlemenin bir tür düş görme haliyle kıyaslanabileceği, o kocaman karanlık salonlarda film izleyenlerin topluca uyuyan ve kolektif bir düş gören insanlara benzetilebileceği, nitekim film bitip de hayata karıştıklarında yeni uyanmışların mahmurluğu gibi bir geçiş süreci yaşadıkları şeklinde. Oneiric ya da “düşsel” denen bu yaklaşımı oldum olası çok sevmişimdir; çünkü bize sinemanın temel vaadinin, “bir başkasının düşünü topluca görebilme” olduğunu söyler. Sinemanın büyüsünü çok güzel anlatan bir tarif bu bence.
Bir anlamda film, doğası gereği gözümüze saniyede 24 kere çakılan kısacık ömürlü “hayal”lerden (imgelerden) oluşur; bu hayallerin art hayalleri, yani arkalarında bıraktığı iz de hemen peşlerinden gelen yeni bir hayalle kovalanır. Filmin doğasıdır bu: aynı anda hem birbirini kovalayan hem de birbirine tutunan hayallerden mürekkeptir. Zihnimizde çakan tek tek imgeleri ve bir bütün olarak “filmin hayali”ni kalıcı kılan şey, biraz da bizim filme katılımımız, o imgeleri kendi tecrübemizin süzgeciyle kişiselleştirmemizdir. O yüzden, “sinemadan çıkmış insan”lar arasındaki film üstü sohbeti bu kadar ilgi çeken bir şeydir ya!
Öte yandan, mesele bir anlatıyı kişiselleştirmekse, bunun için kitaptan iyi bir hayal menbaı var mı acaba?
Nihayetinde, bir kitap okurken, hepimiz o kitaptan bir anlamda kendi filmimizi çekiyoruz. Projektörden gelen imge bombardımanının yerine, her birimiz kendi tecrübemiz ve muhayyilemiz ile yaratıyoruz bize anlatılan hikâyenin “hayal”lerini. Başkasının bize tarif ettiği, ama bizim kendi gördüğümüz hayallerden oluşuyor kitaptaki hikâyeler.
Geçenlerde çok hoş bir yakıştırma gördüm: Book hangover. Hangover’ın akşamdan kalmalık olduğundan yola çıkarsak, “kitaptan kalma” diyebiliriz. Meali: Henüz tam olarak geçmemiş kitap ertesi “kafası”, bir nevi kitap mahmurluğu. Tam da Atılgan’ın “sinemadan çıkmış insan”ının karşılığı bu. Ve kendi tecrübeme göre, belki bir kitapla daha uzun süre vakit geçirdiğimiz, belki de kitaptaki “hayal”lere biz biçim verdiğimiz için, kitap mahmurluğu –kelime anlamıyla karanlıktan ışığa çıkmayı da içeren!– film mahmurluğundan daha uzun sürüyor.
Sinemadan çıkmışlığın harikulade yanlarından biri, “film sohbeti”ni hemen oracıkta yapabilmek: Bu, zaten aynı mekânda bulunmuş ve aynı sesleri duyup aynı görüntüleri görmüş insanların tecrübesindeki “müştereklik” hissini, işin sosyal yanını pekiştiriyor. O güzel mahmurluğun süresini birazcık daha uzatıyor, böylece de Atılgan’ın bahsettiği o büyük potansiyel insana birazcık daha tutunmamızı sağlıyor. Asık yüzlerin, kayıtsızlıkların, sinsi yürüyüşlerin arasına karışıp yok olmaktan bizi alıkoyuyor.
Peki ya kitaplar? Okumanın doğasında karanlık bir salonda toplaşmak yok gerçi ama… yine de bir “kitaptan çıkmış insan”dan ya da –haydi Woody Allen’ın Kahire’nin Mor Gülü’ndeki gibi beyazperdeden dünyamıza adım atmış insan gibi anlaşılmasın– “henüz kitap bitirmiş insan”dan bahsedebilir miyiz? Ve bahsedebilirsek, o nasıl direniyor yok olmaya?
Çocukluğumda dünyada bir tür okurlar ittifakı, bir okurlar yoldaşlığının bulunduğunu hayal ederdim. Özellikle bana heyecan veren bir şey okuduğumda, o sırada dünyada başka kimlerin aynı satırları okuduğunu, hatta benim gibi kafasını kaldırıp düşünmeye daldığını merak ederdim. Hâlâ bu yoldaşlığın varlığına inanıyorum. Bunun tohumunun da kitapların genetiğine kodlanmış olduğunu düşünüyorum.
Sinema da kendi tarihinin klasiklerinin dikkat çekici izlerini taşır, dili klasiklerle biçimlenmiştir; ancak kitabın hammaddesi olan “söz”, tartışmaya, sohbete daha elverişlidir. Nitekim, özellikle klasikleri ve edebi bir birikim ve farkındalığa sahip eserleri okursanız, kitaplar tarihinin ortasından bir büyük “kitap sohbeti” akıntısının aktığını görebilirsiniz. Diğer yazarlara ve kitaplara göndermeler, tartışmalar, alıntılar, apaçık etkilenmelerle bezeli bir okurluk kültürü teşkil eder bu. Edebiyatta bu kültürün içinden akmakla kalmayıp basbayağı başrol oynadığı anlar da vardır üstelik: Bibliyo-romanlar, yani kitapları konu alan romanlar. Kitap kurdu kitapları. Mesela, hangi çocuk Michael Ende’nin Bitmeyecek Öykü’sünü okuyup da, kitap okumanın –yani o sırada tam da yapmakta olduğu şeyin– hakikaten başka dünyalara yolculuk yaptıran ve insanlığı iyiye götüren büyülü bir şey olduğunu hissetmemiştir? Okurluk tecrübesinin eskiden beri sıkça dile getirilmiş bir ifadesidir “başka dünyalara yolculuk yapmak”. Aynı şekilde, kitabın bir “dünyalar yaratıcısı” olduğu da.
Cornelia Funke’nin “Mürekkep Dünya” serisinde, kitaplardaki karakterleri gerçek dünyaya getirebilen (evet, tam da Kahire’nin Mor Gülü’ndeki gibi) karakterler vardır. Korku edebiyatında bunun karanlık bir yansımasını görürüz: H. P. Lovecraft’ın Necronomicon’undan bu yana, öte-âlem varlıklarını dünyamıza çağırabilen büyülü kitaplar, türün ayrılmazlarından biridir. Kâğıda yazılı söz okunarak, kudretli varlıklar cisimlendirilir –ki çarpıcı bir hikâye okuduğumuzda zihnimizde olup bitenin simgesi gibidir bu! Michael Crichton’ın 13. Savaşçı’sını okuduğumuzdaysa, bir taraftan İngilizce’nin en eski metinlerinden birinin (Beowulf) yeni bir yorumuyla buluşur, bir taraftan da bir başka mühim tarihi metne, Ahmed İbn-i Fadlan’ın Seyahatnamesi’ne yolculuk yaparız. Kitap, hem başka devirlere ve başka olasılıklara hem de başka metinlere kapı açmıştır: “Okurlar yoldaşlığı”nın bir başka eseri.
Okumanın etkilerine yönelik araştırmalar giderek daha çok gösteriyor ki, bir hikâye okumak, beynimiz için o hikâyeyi yaşamaya epey yakın aslında. Bu da edebiyat okurlarının empati kurmada, pek okumayanlara kıyasla daha iyi olduğu yönündeki verileri biraz olsun açıklıyor. Başka –varolmayan!– kişilerin öykülerini kendi yaşıyormuş gibi algılama, onları “anlama”, onlarla bir hayal üzerinden seyyal bir kader ortaklığına girme konusunda idmanlı bu edebiyat okurlarının, aynı müştereklik hissini ve anlayışı birbirlerine uzatmaması düşünülebilir mi zaten?
Sinemadan çıkmış insanın, sohbete başlayacağı sinema lobisi var… Kitaptan çıkmış insanın lobisiyse yazının ta kendisi. Yoksa siz kütüphaneler niçin sessiz yerler sanıyorsunuz?