Suyun Nabzı
Evet, ben bir “bozuk saatim” fakat ritmi beni çağıran ve birlikte atmayı becerdiğim nabızlarla, çok gezenlerden daha çok gezdim âlemi, inanın. Yaşım var bir kere! Unuttuklarım, bildiklerinizden fazladır. Her büyük meydan saati gibi özlediğim huzur ve sükûneti yakaladığımı sandığım bir gecede, zamanın işçiliğinden başka bir sorumluluğu olmayan, ne vakittir yalnızlığını sarsacak bir nabızla karşılaşmamış olan ben, çok nesillik bu yorgun saat; derin uykumdan sıçradım kulakları sağır eden bir gümbürtü ile.
Bunca asrın taşıyım, belki de gözlerden azade bir zaman kaymasıyım, fakat böyle bir gümbürtü, burnunun ucunu göremediğin böyle bir sağanak görmedim. Şehri esir almış tek bir ses vardı artık. Doğanın öteki sesleri susmuştu. Uykularından uğrayan şehir sakinleri pencerelerinden burunlarını dışarı çıkartıp neler olduğunu anlamaya çalıştıklarında sokak kedilerinin, köpek klanlarının, kuşların ve böceklerin yerine sokaklardan başıboş, büyüklü küçüklü taşıtların ceviz kabuğu gibi akıp gittiğini gördüler. Bense; denizden boca edilmiş gibi yağan bu öfkeli sağanağı nasıl olup da dört ayaklılar kadar erken hissedemediğimi düşünüyordum. Bu öngörüsüzlüğüm, neticede insan yapımı olmamdan kaynaklanabilir. En azından daha iyi bir cevap bulana kadar bu tespitim baki.
Yelkovanım bir yanda, akrep beri tarafta, gökten yere yağan bir çağlayana karşı intihar dalışına geçmiş albatros gibi dikiliyordum işte meydanın orta yerinde.
Kediler, köpekler kendilerine çoktan birer kuytu bulmuş, martılar susmuş, güvercinler sığındıkları deliklerde birbirlerine sokulmuşlardı. Bir gümbürtüde sinmiş, donmuştuk anlayacağınız. Sabah gözünü açan insanlar, uyudukları şehirde uyanamayacaklar diye korktum doğrusu…
Sonra daha da tuhaf bir şey oldu. Güçlü bir nabız sesi… Benim için büyük bir sürprizdi. Böyle bir gecede. Giderek hafızamın unutulmazları arasına katılacak bir gecede yani! Önce telaşlandım, yoksa bu… Sel sularına kapılmış birinin yardım çağrısı mıydı? Hayır! Nabız, bugüne dek birlikte attıklarımdan farklıydı.
Bir insana ya da hayvana değil, şeklini şemalini kestiremediğim bir yaratığa aitti sanki. Bir nabzı dinlediğimde, kime ait olduğunu anlarım. Nabzı duymamla o kişinin görüntüsünün gözlerimin önünde belirmesi bir olur. Bu kez belli belirsiz bir şeyler görebiliyordum ancak. Puslu bir camdan baktığınızda gördüğünüz, akan lekeleri hatırlatan an’lar. Ama çok iyi hatırlıyorum, nabza eşlik eden keskin bir duygu vardı. Sağanak, yavaşlamak şöyle dursun, gittikçe korku duvarımızı zorluyordu. Öfkeliydi. Evet ama bu yıkıcı öfkenin, katlanarak çoğalmanın bir nedeni olmalıydı.
Korkunun durmuş bir saate faydası yoktu! Nabzına atladığım an, yeni bir öfke patladı kulağımızın dozunda. İlkini aratmayacak şiddetteydi. Hani suya daldığınız anda dünya ile aranıza tül perde çekilmiş gibi olur ya, aynısı oldu. Sesler boğuldu, görüntüler bulanıklaşıp dans etmeye başladı. Üstelik duran bir suyun değil, hareket eden, akan, durmadan akan, aktıkça bir şeylere çarpıp yolunu değiştiren, yeterli eğimi bulduğunda hızlanan bir suyun damarlarında yüzüyordum. Telaşlıydı. Öfkesi telaştandı. Arıyordu. Ama neyi?
Suyun nabzını duymak için çabalamam, onun içine sızmam, öfkesinin nedenlerini öğrenmek istiyorsam onunla birlikte akmayı becermem gerekiyordu belki. Çünkü suyun kendisi çağırmıştı beni. Belki de soru sormaktan vazgeçip sadece dinlemeliydim.
Sudan perdenin arkasından dışarıya baktım. Gün ağardı. İnsanlar telaş içinde koşturmaya, işyerlerine, okullarına ulaşmaya çalışıyorlardı. Ayaklar, kimi dizlere kadar suya dalıp çıkıyor, suyu dövüyorlardı. Kimi yerlerde şehir otobüslerinin tekerlekleri suyun altında kalmıştı. Terk edilmiş arabalar derin su alan yerlerde yüzüyordu. Su, şehri tümüyle yutmak istercesine akmayı, birikmeyi, çoğalmayı sürdürüyordu. Yatağı asfalt olan bir vadiye gömülmüş olduğumuzu düşündüm. Gökten inen yağmurun asfaltı delmek istediğini, delip toprağa ulaşmak istediğini. Bu düşünce bana mı aitti, yoksa suyun nabzının kulağıma fısıldadığı bir şey mi? Su, aklım aracılığıyla benimle konuşuyormuş hissine kapıldım. Şu anda, onun nabzıyla düşündüğüm tam şu anda, aklımdan geçenlere daha çok kulak vermeliydim.
“Burada hiç toprak yok,” cümlesi döküldü dudaklarımdan. “Hiç ağaç yok, orman nerede? Toprağa ulaşmalıyım, toprağa kavuşmak için daha güçlü yağmalıyım. Daha şiddetle. Daha… daha… ısrarla…”
Bu cümleler bana ait değil. Biliyordum artık. Şehrin üstündeydik. Onu kuşbakışı görebiliyordum. Yıllar önce bir martının nabzına atladığımda bu kadar yüksekten görmüştüm şehri. Değişmişti. Sayılamayacak kadar çok yeni bina, gökdelenler, viyadükler, otobanlar, havaalanları, beton köprüler inşa edilmişti. Daha çok griler, siyahlar, aralarında cılız, mahcup yeşil alanlar.
Yerdeyiz. Su gökten şiddetle iniyor aşağı. Her bir katresine defalarca vuruyor şehrin. Ucu bir köprüye varan otobanın üzerindeyiz. Araçlar balık istifi, daha köprü görünmüyor.
Neden sonra asfaltın üzerinde bir çizgi oluştuğunu gördüm. Bir çatlak. Henüz yarığa dönüşmemiş, ama bu deli su kararlılığını sürdürürse, kuşkusuz dönüşecek. Arabaların farları açık. İçlerinde insan yok gibi. Kimse başını çıkarmaya cesaret edemiyor. Su, arabaların metalinde patlıyor, sıçrıyor, taşın metale çarpması gibi sesler çıkarıyordu. Farlar, şaşkınlıktan kocaman olmuş insan gözleri gibi görünüyor. Dünyanın sonunun geldiğini düşünüyor olmalılar.
“Toprak, toprak, toprak…” sesleri dökülüyor bir kez daha dudaklarımdan. Demek asfaltın altında kalan toprağa ulaşacak su. Bunu yapacak. Ulaşana kadar vazgeçmeyecek.
Bir gümbürtü daha… Çatlak derin bir yarığa dönüşüyor. Arabalardakilerden korkulu nidalar. Deprem gibi bir sarsıntıyla yer ayrıldı.
Yarık insanları yutmadı. Öyle bir şey olmadı. Su bulduğu yarıktan içeri aktı. Asfaltın ve betonun derinlerinde boğulup kalan toprakla buluştu. Nabzının yavaşladığını hissedebiliyordum. Sakince akmayı, toprağın her hücresine nüfuz etmeyi sürdürdü. Yağmur devam ediyordu, ama eski şiddetinde değil.
Su yolunu bulmuştu. Döngüsüne kavuşmuştu. Şimdilik…
Bu meydanı seviyorum, nabızdan nabıza atlamayı, güneşi herkesten önce karşılamayı, en son batıran olmayı. Durmuş bir zamanın müebbet bekçiliğini. Seviyorum…