Tren gelir hoş gelir
Deniz kıyısında yetişmiş çocukları, vapurların “buuvv!”laması mutlu eder,”Kaptan, düdük!” diye bağırırlar. Vapur sesi, hem bir tür maceraya davettir, hem de sıcak yataklarda, uyku arasında duyulan aşina bir sesin yarattığı rahatlıktır. Kaptan da, hele sahile yakın geçiyorsa (mesela Boğaz’da) çocuklardan düdüğü esirgemez. Rumelihisarı’nda bir yalıda okuyan sınıf arkadaşımın evinin rıhtımında bir oraya bir buraya koşarak sonunda kaptandan düdüğü koparırdık.
Demiryolu çocukları için de, tren sesi aynı anlama gelir. Düdüğünü, raylar üzerinde takırdamasını uykunuzun arasında duyar gibi olur, işlerin yolunda gittiğinin işaretiymiş gibi, gönlünüz ferah, belki de gülümseyerek, öbür tarafa dönersiniz. İşte tren geçiyor, demek ki mesele yok!
Tren sesleri, trenlerin kendileri, katarlar, marşandiz, raylar, istasyonlar, çocukluğumun önemli bir kısmını oluştururdu. Kara yolculuğu seven biri olarak favori seyahat vasıtalarım da, otomobil ve otobüslerle birlikte, trenlerdir. Ama karayollarının dört tekerlekli fatihleri, macera ve romantizm, hatta esrar ve gerilim konusunda trenlerle başa çıkamaz. Üstelik otobüslerin yolu gözlenmez pek. Hakçası, biraz da şahsiyetsiz gibidirler. Tren ise, sevildiğini, beklendiğini, dahası ona güvenildiğini bilir. Onun içindir ki, evlerin toplu olduğu yerlere vardığında, geçişini iftiharla ilan eder. “Düüüüt! İşte ben geldim. İnsanları gidecekleri yerlere götürüyorum, bir gün sizi de götürürüm. Merak etmeyin.”
Yazlık evimizin 300 metre kadar ötesinden tren geçerdi, “Ben buradayım!” düdüğüyle. Demiryolu kenarında evleri olan arkadaşlarım vardı. Hiç rahatsız olmazdık. Sırtımızı düdüğe dönüp uyurduk, bir rahatlık duygusuyla. Oysa şimdi, trenyolu evlerinin de bir anlamı kalmadı. Bazen önlerinde yol çalışmasına benzer bir faaliyet görülüyordur belki. Ben şahsen beş yıl sonra bu çalışmalardan ve trenlerimizin geri dönmesinden umudu kestim.
Oysa trenlerin hikâyeleri vardır. Issız yerlerde insanlar, “bir kırmızı bir yeşil vay gidi vay”larla, Makasçı Rıza misali, onları yerlerinde kıpır kıpır eden otorayı, katarı, marşandizi bekler. Çifte ray, belki de sahiden düşlerinde yılan yılan ışılar. Hem baharda o rayların arasında papatyalar, gelincikler çıkar. Yeşil otlar, tren raylarını sever. O hayhuy, hengame içinde kendilerine bir solukluk hayat bulurlar. Ama A.J. Cronin’in “Yeşil Yıllar”ındaki Gavin de, o demiryolu sevdası yüzünden, raylardan geçerken ayakkabısı araya sıkışıp canından olmuştur. Yani şimdi çocuklar demiryolundan geçmesin mi? Geçerler tabii, ama biraz dikkat ederler. Hem raylara kulağınızı koyarsanız, trenin yaklaştığını sahiden de duyarsınız. Kızılderililer gibi.
Evet, trenler hikâye sıkıntısı çekmez. Sadece Şark Ekspresi’nin, Kurtalan Ekspresi’nin değil, daha iddiasız seferlerin, hatta Paddington’dan kalkan 4.50 seferinin bile hikâyesi vardır. Garların da.. Haydarpaşa Garı, Saint Lazare Garı, kendi başlarına küçük birer tarih oluştururlar. Sade kendileri mi? Zaman zaman kartpostallarının bile beni heyecanlandırdığı olmuştur. Küçük istasyonlar da, muhtelif hatıraları sinelerinde barındırmakta ustadır. Ben de Maltepe ve Feneryolu istasyonlarından bu konuda nasibimi almıştım. Trenlerin kara olduğu, çuh çuh sesler çıkardığı, dumanlar saldığı, dönemeçleri alırken pencereden sarkarsanız gözünüze kurum kaçtığı günlerden kalma hatıralar… İstasyonlar, dışarısı sıcak olsa da serindir. Soğuksa eğer, ılık ılık sizi sararlar. Hem tarifelere uyan, her gün işine aynı saatte gidip aynı saatte gelen insanların; hem de maceracıların, evsiz barksızların, serserilerin, esrarlı şahısların uğrağı, barınağı olmayı becerirler. İstasyonlar fevkalade demokrattır, insan seçmezler.
Demiryolları, “Batı’ya git, genç adam!” hikmetinin takipçisi gibidir. “Batı Demiryolu”, Mumbai’de, Colorado’da, Londra’da, her yerde karşımıza çıkar. Lumiëre Kardeşler, “Trenin İstasyona Gelişi” filminde lokomotifi insanların üstüne doğru sürüp, sinema acemisi seyircilerinin ödünü koparmıştır. Yalnızlığın görsel şairi ressam Edward Hopper “Demiryolu Kenarındaki Ev”de insanın içini hem acıtan, hem ürperten, neredeyse tekinsiz denebilecek gariplikte, ıssızlığın kartalı bir ev yapmıştır.
Öncülerin, kaşiflerin, beatniklerin (kaçak yolcu düzeyinde olsa da), National Geographic Society erkânının olduğu gibi, bu işte para gören girişimcilerin de gözdesi olmuş trenlerle demiryolları, esrar ve gerilimle iştigal edenlere de pek cazip geldi. Özellikle siyah/beyaz filmler, trenlerin artık birazcık geçmişte kalmış asaletini, masumları kompartmanlarla koridorlarda kovalayan kötü adamlarla baharatlandırdı. Hani adamımız onlardan kaçmak için tuvalete sığınır da bir türlü dışarı çıkamaz. Derken, ya kontrolör ya da bir başka yolcu gelir, kapıda bekleyenler bilmeden zararsız hale getirilmiş olur, kahramanımız da elini kolunu sallayarak çıkar, falan. Böyle gerilimlerden Alfred Hitchcock üstadımızın da uzak durması düşünülmez elbette. Nitekim Sir Alfred, “The Lady Vanishes”ın kaybolan hanımefendisiyle ve Patricia Highsmith’in ilk kitabından uyarladığı “Strangers On a Train”le bu güzergaha adını yazdırdı.
Agatha Christie’nin “Şark Ekspresi’nde Cinayet”i de, Belçika’nın medar-ı iftiharı Hercule Poirot’nın zaferiyle sonuçlanan bir tren esrarı klasiğidir. Edebiyat ve sinemada, tren İngilizler için birinci sınıf malzeme olmuştur zaten. Bu yakınlarda da Paula Hawkins’in aynı addaki kitabından beyazperdeye uyarlanan “The Girl on the Train / Trendeki Kız” kendisiyle birlikte treni de başrole yükseltti.
İstasyona yakın bir evcik alınca, tren hasretim artık sona erdi sanmıştım. Gerçi demiryolu üstünde değildi ama, trenlerin sesi uzaktan uzağa duyuluyor, minibüs caddesine de tren yolundan geçerek gidiliyordu. Oysa şimdi, trensiz, raysız ve düdük sesi duyulmayan ayların ardından, orada sadece bir ‘çalışma’ var. Keşke çok daha çabuk çalışsalar. Tren sadece bir ulaşım araca değil ki, bizim hayatımızın da bir parçası…