Ukulele
Bir önceki gün Vedat’la sözleşmiştik. Ertesi gün iş çıkışı Tünel’e gidip müzik dükkânlarını dolaşacak ve bana bir ukulele alacaktık. Vedat bu işlerin uzmanı sayılırdı. Bir kere, adamda inanılmaz bir yetenek vardı. Dönem dönem belli bir müzik aletini kafaya takar, kendi kendine çalışıp bir dilin alfabesini söker gibi çalmayı öğrenir, bir süre elinden düşürmez, sonra aklına yeni bir şey düşünce bu sefer onun peşinde koşardı. Hayatını müzik aletlerinin gizli dilini çözmeye adamış bir bilim insanı gibiydi. Hal böyleyken nasıl olup da uyduruk bir şirketin ihracat bölümünde çalıştığını, aklında notalar uçuşup dururken bütün gün konşimento, navlun faturası, sigorta, menşe şahadetnamesi ve bunun gibi sürü sepet pek çok evrakın içinde boğulmaya razı gelebildiğini hep merak etmiştim.
Bana göre, Vedat çılgın bir müzisyendi ve böyle düzenli bir hayat yerine uçarı bir kelebek misali oradan oraya konmalıydı. Bir orkestrada çalmalıydı örneğin. Yakışıklıydı da. Konser sonrası boynuna atılmaya hazır kızların arasından gülümseyerek geçip kulisin yolunu tutmalıydı.
İşte daha bir ay önce, öğle tatilinden geç dönmek pahasına aklına esip Tünel’e gitmiş ve elinde minyatür gitara benzeyen bir aletle geri dönmüştü. Asansörde karşılaştığımızda torbasından çıkarıp gösterdi.
“Bu ne?”
“Ukulele.”
“O da ne? Hiç duymamıştım.”
“Hawai dilinde ‘zıplayan pire’ demekmiş.”
Sapını tutup tellerine dokundu. “Telleri misinadan olduğu için gitarınkilere göre çok yumuşak. Gitara başlamak için de harika bir geçiş enstrümanıdır.”
“Ama sen zaten gitar çalıyorsun,” dedim, asansör on dördüncü kat hizasındayken.
“Bu başka,” dedi. “Bir elle ritim çalarken, diğer elle akort basılarak geniş bir repertuar elde etmek mümkün bunda.”
Böyle deyip asansörden indi. Peşinden de ben.
O öğleden sonra nedense ukulele kafama takıldı. İsminin hoşuma gitmesinden mi, anlamından mı, sevimliliğinden mi bilmem, düşündüm durdum. Ortaokul yıllarımda bir ara gitara heves etmiş, sonra başladığım her iş gibi onu da yarım bırakıp bir kenara atmıştım. Belki de içimde kalmış bu ukdeyi Vedat’ın o cümlesi tetiklemişti. Gitar için iyi bir başlangıç.
Sonraki günler arada bir ukulelesini yanında getirdi. Öğle aralarında yemekten sonra şirketin pek kullanılmayan eski toplantı odalarından birine koşuyor, onun günbegün gelişen melodilerini dinliyordum. Arada benim de elime tutuşturup birkaç şey öğretiyordu. İçimde iyiden iyiye bir müzik aleti çalma aşkı alevlendi.
Dün öğle yemeğine birlikte çıktık. Masada ikimizden başka kimse yokken önemli bir sırrımı paylaşacakmış gibi hafifçe eğilip sesimi alçaltarak, “Baksana Vedat,” dedim, “yarın bir işin yoksa, birlikte Tünel’e gitsek de bana da senin şu ukuleleden alsak.”
Önce şaşırdı. Sonra duyduğuna memnun oldu.
“Seve seve gelirim tabii,” dedi.
Böylece ertesi sabah uyandığımda kendimi başka bir güne hazırlamıştım. Hani şöyle bir tüy hafifliğinde, üflesen uçacak gibi geçiveren, işlerin tıkır tıkır, insanı adeta kendilerinden menkul tuhaf bir yaratık sayarak başına buyruk hareket ettiği ve tereyağından kıl çekermiş gibi halloluverdiği bir gün. Kendimi gizli bir şey yapmanın heyecanına kaptırmış, Meltem’e ukuleleden hiç bahsetmemiştim. Hem zaten bahsetsem de, günlerdir çizimini tamamlamak için uğraştığı projeden başını kaldırıp beni ciddiyetle dinleyeceğini sanmıyordum.
Sabah uyanır uyanmaz, uykusuzluğunu elindeki bir fincan kahveye hapsetmiş karımın dökülen yüzüyle karşılaştım. Sağ elinin tersiyle –solak olmadığı halde fincanı hep sol eliyle tutardı, yıllar önce solakların fincanı hep aynı yerden ağzına götüren sağlaklardan sayıca az olması nedeniyle daha az mikrop kaptığını söyleyen bir arkadaşına borçluydu bu alışkanlığını– alacası maviye çalan gökyüzünü işaret etti.
“Sabahladım,” dedi. “Yine de bitmedi proje. Hafta sonu Abant gezisini iptal edeceğiz bu gidişle.”
Üzülmüş gibi yaptım. Aslında Abant’a filan gitmek istemiyordum. Hafta sonunu, Vedat’tan öğrendiğim internet sitesinden başlangıç derslerini izleyerek, yeni müzik aletimle geçirmek çok daha iyi olacaktı. Sanki on dört, on beş yaşlarımda, elimde ilk gitarımın kutusuyla eve geldiğim güne dönmüştüm.
Meltem huzursuzdu. Bir şey kaçmış gibi kırpıştırıp duruyordu gözlerini. “Kahvaltı hazırlayayım,” diye mutfağa gidecek oldu. Böyle zamanlarda kahvaltı sofralarının olası bir savaş alanına dönüşebileceğini bilecek kadar iyi tanıyordum onu.
“Canım kahvaltı istemiyor, erken çıkacağım,” dedim, pijamamın düğmelerini acelem varmış gibi telaşla çözerken.
O da üstelemedi zaten, elindeki fincanı mikrodalgada bir iki tur döndürüp ısıttıktan sonra, günlerdir başından kalkmadığı bilgisayar ekranına geri döndü.
Ne zaman işe hevesle ve aceleyle gitmeye kalksam başıma bir iş gelir. O sabah da bu kural bozulmadı. Önce sitenin otoparkından çıkarken baba parasıyla altına son model bir araba çekmiş ve bunun hız testlerini henüz tamamlamamış bir veletle az daha çarpışıyorduk. Neyse ki arabasında birkaç çizik dışında bir hasar yoktu ve babasına söylememem koşuluyla ikimiz de üç maymunu oynamaya karar vererek dostça ayrıldık.
Bu macera bana zaten yarım saate mal olmuşken, köprüde bir şeridi onarım için kapadıklarından sonu gelmez bir trafiğin ortasına düşüverdim. Şirketin kapısından nefes nefese girdiğimde, kırk beş dakika gecikmiştim. Müdürlerden birine yakalanmamak için dua ederek asansöre bindim. Tam kapı kapanacakken bizim katın sekreteri de arkamdan yetişti. Baktım gözleri kıpkırmızı. Elindeki mendili burnuna bastıra bastıra ağlıyor. Ne oldu der, gibi yüzüne baktım.
“Sizin haberiniz yok mu?” dedi.
“Neyden? Ne oldu ki?”
Sözlerine devam edemeden, yeniden mendiline gömüldü. Aklıma iş arkadaşlarımdan birinin o sabah istifasını vermiş olabileceği geldi.
“Boş ver, “ dedim. “Gittiği yer her halükarda buradan iyidir.”
Kız yüzüme ters ters baktı ve cevap vermedi.
Asansörden inince bir tuhaflık olduğunu anladım. Kimse masasında değildi. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimsenin ne söylediği anlaşılmıyordu. Sanki bir acil durum ya da tatbikat anonsu yapılmıştı.
Benim öyle sersem sersem, ne olduğunu anlamaya çalıştığımı gören biri yanıma yaklaştı. İnsanlar felaket haberi vermeyi pek sever.
“Vedat’ı duydun mu?” diye sordu.
O anda içim bir tuhaf oldu. “Yok, “ dedim. “Ne olmuş? İstifa mı etti?” İçimden, nihayet doğru bir şey yaptı da, kendini sadece müziğe adamak için bu uyuz işten ayrıldı diye seviniyordum.
Öfkeyle cevap verdi. “Ne istifası oğlum? Adam dün gece kalp krizinden küt diye gidivermiş!”
Az daha yere düşüyordum. Kolumdan tutup bir sandalyeye oturttu.
“Nasıl yani!” dedim. “Biz bugün onunla…” Cümlemin sonunu getirmem böyle bir durumda tuhaf kaçacağından kelimelerin gerisini yuttum.
Sonra birkaç saat içinde ortalık sakinleşti, Vedat’ın ölümü gazetede okunan ya da televizyonda seyredilen herhangi bir ölüm haberi sıradanlığına doğru ivme kaybetmeye başladı. Yapılacak işler vardı ve o gün cumaydı. Birkaç telefon görüşmesi, cenazenin ne zaman nereden kalkacağına dair aileden alınan bilgiler, çelenk siparişi, kimlerin gideceği kimlerin işi olduğu için gelemeyeceğine dair konuşmalar… Bütün bunlar, işlerin arasına sıkıştırılan detaylara dönüştü.
Masasını açtılar. Çekmecelerden çıkan birkaç kişisel eşyayı ve büyük ihtimalle bana yeni bir akort öğretmek için orada bıraktığı ukuleleyi buldular. Bir süre onun müzik sevgisinden filan bahsettiler. Sonra bu eşyaları ailesine gönderme görevini, en iyi arkadaşı olduğum için üzerime yıktılar.
Annesini aradım. Kadınla birkaç kez Vedat’ın evinde karşılaşmıştık. İçini çekerek, “Seni de pek severdi evladım, “ dedi kadıncağız. Fazla bir şey söyleyemedim. Masasından çıkanları ne yapacağımızı sordum.
“Ne önemi var?” dedi. “Ama herhalde o çalgıyı senin almanı isterdi. O sende kalsın. Vedat’ımın hatırası.” Daha fazla konuşamadı. Ziyaretine gideceğime söz vererek telefonu kapadım.
Vedat’ın masasına gidip ukuleleyi ayırdım. Diğer özel eşyalarını küçük bir koliye doldurdum.
Eve gittiğimde Meltem neşeyle kapıyı açtı. Projeye ek süre vermişler, Abant’a gidebilecekmişiz.
“Ben bir yere gitmiyorum,” dedim. Elimdeki torbadan ukuleleyi çıkarıp gösterdim. “Vedat ölmüş dün. Ölmeseydi bugün bunun aynısından bana da alacaktık. Şimdi onunkini ben çalacağım.”
“Hayat ne tuhaf,” dedi. “Hiç bir şey planlandığı gibi gitmiyor.”
Bunu Abant gezisi için mi, yoksa bana cevap olarak mı söylediğini anlamadım.
İçeri gidip çalışma masama oturdum. Kucağıma ukuleleyi yerleştirdim. Vedat’ın öğrettiği sitelerden birini açtım. Birinci bölüm: Boş Teller. Ekrandaki sakallı adam, eline aleti alıp, tellerin misinadan olduğunu söylediği an gözümden yaşlar boşalmaya başladı.